Archive for 2014
Oğuz Bal - Erkek Dublajı
Başladığımda biraz fazla küfür içermesi beni ürküttü açıkçası. Dedim yine mi yazar olmayan birinin zırvalarını okuyacağım. Ama küfürler öyle boş değildi hani. Kendime verdiğim kitapları yarım bırakmayacağım sözünden de güç alarak okumaya devam ettim ve fark ettiğim şu ki aynı durumlarda ben de aynı küfürleri savururdum ya da ne bileyim etmem gereken ama içime attığım küfürlerdi bunlar.
Dün gece daha bir ciddiye alarak okudum. Konular standart aslında ama ana konunun içinde dallanıp budaklanan hayatlar bir farklı. Yaşanmışlık ve acının tadı bir başka. Hani bazı biberleri yersiniz ve acı olduğu için tükürmek istersiniz ama bazılarında biberin acısından haz alırsınız ya işte bu kitaptaki acılar insanı mazoşist yapacak kadar tatlı acılar. Her insanın karşılaştığı ya da karşılaşabileceği türden.
Bir yandan sonunu merak ederken bir yandan da bitmesini istemediğiniz kitaplar vardır. İşte ben bu kitapta bu dilemmaya tutuldum. Merakım yendi beni. Birden fazla kısa hikaye ve birden fazla son olması merakımı ağır ağır doyurdu. Birbirinden farklı konu ve kişiler, birbirinden farklı hikaye ve mektuplar, ortak paydalarında buluşup bir çay içtiler hep.
Bir konunun baştan sona arasız işlendiği kitapları pek sevmeyen ben için, onlarca sayfa değil nokta tek bir virgül girmeyen "Tutunamayanlar" hariç, çok güzel bir kitap oldu. Acı ile mutluluk verdi hafta sonuma. Sizler de tatmak isterseniz kesinlikle tavsiye ederim. Bu hikayelerin sonunun gelmesi dileğiyle...
Demir Ağlarla Ördük...
Bu gün ilgisiz bir blog yazarı olma özelliğimi bir kenara bırakacağımı ve birden fazla yazı yazacağımı hissediyorum nedense. Bunun ilk adımı olarak hafta önce yazmayı planladığım bir yazıyı yazacağım. Yazmayı düşündüğümde yazmış olsam ilk cümlem; "Hayallerini gerçekleştirmek insanı ölüme bir adım daha yaklaştırıyor sanki." gibi bir cümle olacaktı. O an kesinlikle karamsar değildim kesinlikle yanlış anlaşılmasın. Ama takdir edersiniz ki ölüm de en çok hayallerini gerçek yapanlara yakışır. Neyse insanlar iki ortak yönünden biri olan ölümü konuşmayı da dinlemeyi de sevmez.
22 Kasım 2014 saat 14:50. Galiba dünyadaki insanların geri kalanı için anlamsız bir tarih ve zaman ama benim için çok önemli. Hayatımdaki sayılı gerçekleştirilebilir hayalimden birisi. Gerçi bu gerçekleştirilebilir olgusu yıllar yılı değişiyor. Çok heyecanlıydım ve o heyecanla ters yönde bir koltuğa oturmuşum. Hareket edince anladım fakat değiştirmek de istemedim zira tüm cam kenarları dolmuştu. Hayal gibiydi, bulutların üstündeydim adeta... Trendeydim ve istikamet İzmir. Hep tren seyahatine özenmiştim ve bir gün yapacağımı biliyordum fakat bunun aşık olduğum şehre olacağı hiç aklıma gelmemişti. Önce biraz kitap okudum sonra dedim ki dur ne yapıyorsun! Zaten hava kararınca yolculuk bitmeyecek biraz etrafı izle anı yaşa. Öyle de yaptım. Kulağımdaki kulaklıktan çıkan sesler etrafımdakileri rahatsız ettiyse özür dilerim bana eşlik edenlerden fakat o güzel dakikaları müzikle taçlandırmam gerekti. Bir buharlı trende olsaydım müziği tercih eder miydim? Hiç sanmıyorum. Eee ne de olsa bir de çocukluk hayalleri var çuf çuf sesi. Bir de yukarıdaki oyuncak fotoğrafı. Çocukluğuma dair hatırladığım en eski hatıralarımdan birinden geliyor. İnternette birebir benzerini bulamadım maalesef ama bu fotoğraf da pek aratmadı gerçeğini.
İlk yazmayı planladığımda yazsam sadece giriş cümlem farklı olmayacaktı tabi ki de. O an hissettiklerimi daha net yazabilecektim muhtemelen. Ya da her zamanki İzmir'den daha güzel, daha sıcak bir İzmir hayalini kurduğumdan bahsedecektim. Ama biraz değişti yazı zamanla her şey gibi. İzmir yine güzeldi fakat yalnızlık en çok yakıştığı yerin hayaller olduğunu hatırlattı bana. Hayalleri yalnız olmalı insanın, gerçek kalabalık olursa daha çok mutlu eder. Hem ulaşılan hayallerde yalnız olduğun için bir burukluk olmaz yüreğinde. Her şey çok güzelken ama ya da keşkeyle başlayan cümleler dökülmez dudaklardan...
Hayaller, mutlulukların ötesinde çok rahat bir yolculuk şekli tren. Biraz yavaş olsa da aceleniz yoksa ömürde bir kez denemelisiniz. Treni kaçırmak üzere olduğumu söyleyen amcanın yardımıyla yetiştiğim trende her ne kadar biraz onun anılarını dinlemek zorunda kaldıysam da, yolculuğum ikinci kısmında yerimi değiştirip, önünde masası olan düz ve tam ortadaki koltuğa geçip, önümde koca bir simit tepsisine göğüs germiş olsam da çok güzel bir yolculuktu. İlk çekmeyi düşündüm tepsiyi ya da kaldırmasını istemeyi, sonra yaşı ve hayata tutunma çabasına kıyamayıp seslenmedim. Ama içimden bir keşke de kopmadı değil. Sadece izin isteseydi masayı kullanmak için... Hayat kaygısı işin içine girince detaylara çok takılmamak gerek. Her yolculuğumuzun güzel günlere çıkmasını dilerim...
Denk mi? Eşit mi?
Tanımla başlayalım isterseniz. Eşitlik iki farkı ölçütün, nesnenin, bireyin birebir benzer olma durumudur. Denklik ise birebir benzer olmasa da aynı işlevi gören demektir. Yani en azından ben böyle yorumluyorum. Peki kadın-erkek eşit midir? Öncelikle fiziksel olarak bir değildir. Dış görünüş olarak farklı olmamızın yanında misal kadınların son kaburgası serbestken erkeklerde birleşiktir, kadınların vücudundaki yağ yüzdesi erkeklerden yüksektir... Örnekler arttırılabilir. Peki eşit midir sorusundan önce eşit olmalı mıdır diye sorsam. Eşit olmak neyi değiştirir ki. Tabi eşit olan bir özelliğimizden dolayı bu soru anlamını yitiriyor. Cinsiyet fark etmeksizin insanoğlunun egosu birbirine eşittir. Açık yüreklilikle söylüyorum bana birisi sen bir kadınla eşitsin dese utanırım, redderim. Nasıl yani bir grip olduğunda dahi çekilmez adam olan ben doğum yapan bir kadınla nasıl eşit olabilirim. Mümkün müdür bu. Bir kere bu bizi doğuran annelerimize bir hakaret değil midir?
Üstünlük; bir diğer ürün, nesne, birey olmaksızın hayatın devam etmesi... En azından ben bu şekilde yorumlamayı tercih ediyorum. Peki kadınsız erkekler ya da tam tersi erkeksiz kadınlar sürdürebilir mi hayatı. Madem hayatı sürdürmek için iki unsur da bulunmalı, nerde kaldı üstünlük. Eee murmur sende işi yaptın ne eşit ne üstün nasıl olacak bu iş diyebilirsiniz. İşte burada denklik kelimesi imdadımıza yetişiyor. Birebir benzer değiliz, üstün de değiliz, o zaman dengiz demektir. Ayrılmaz bir bütünüz yani.
Denklikten midir bilinmez ama kız ve erkek çocukları farklı şekilde yetiştirilir. Daha önceleri ataerkil bir toplum olmamıza bağlıyordum bunu fakat değişen sosyal statüler ve kadın haklarının gelişmesini izleyişimin ardından yanıldığımı fark ettim. Hala kızlar bebeklerle, pembeler içinde yetiştirilirken, erkekler arabalarla, maviler içinden yetiştiriliyor. Bence bu yetiştirme tarzı kadın erkeğin ilk ayrıma uğradığı nokta. Sonrasına gelecek olursak tespitim şu yönde; erkekler hem fare hem klavye ile bilgisayar oyunları oynarken, kızlar sadece fare ya da sadece klavye ile oynanan oyunları tercih ediyor. Bunu söylediğimde bir kız çıkar genelde ama ben fps oyunları da oynuyorum der ve istisnalar kaideyi bozmaz demem bir şey değiştirmez. Lütfen peşinen bunu dedim istisnaları bir kenara bırakın. Bu alışkanlığı sonralarda araba kullanımında erkeklerin daha üstün olması ile görüyoruz. Sağ ayna, sol ayna, dikiz aynası, gaz, fren, debriyaj, vites... Eee kadın buna uygun yetiştirilmedi ki. Yarıştırmak bile saçma.
Dün yani 5 Aralık, Dünya Mühendisler Günüydü. Ufak bir konuda anlaşmazlık yaşadım. Olay tam da denklik konusu ile ilgiliydi. Kadınlardan mühendis olur mu? Olur tabi ki ama ne kadar verimli olur? Kadınlar duygusal varlıklar. İyi ki de öyleler yoksa bebekken halimiz harap olurdu. Bu hayati iyi yön kimi zaman hayati derecede kötü bir özellik olabiliyor. Tamam düzenlidir kadınlar, işlerine bir erkekten daha çok özen gösterirler fakat bir yandan da paniktirler. Vesveselidirler, o kadar detaycılardır ki bazen bütünden parçayı görmeyi unutup detayların içerisinde kaybolurlar. Bize verilen özellikleri, gerek doğmadan önce gerekse doğduktan sonra, iyi düşünür buna göre meslek seçimi yaparsak sizce de performansı arttırmaz mıyız? Kadınlar çok iyi endüstri mühendisi olur, çok iyi gıda mühendisi olur ama kusura bakmayın iyi bir makine ve elektrik elektronik mühendisi olamazlar. Yani en azından bir erkek kadar iyi diyeyim. Çok iyi bir mimar olurlar fakat iyi bir inşaat mühendisi olamazlar. Biri birinden daha kolay ya da değersiz demek değil bu sadece yeteneklerimize göre işe yönelmemizdir bu. Yanlış meslek seçimi erkekte olursa sadece sıkıcı bir eş ya da sıkıcı bir babaya sebep olurken kadında tüm evin alt üst olması anlamına gelir. Evin en önemli unsurudur çünkü kadın.
Kadın erkek denktir. Evet kadın erkeğin yaptığı işlerin büyük bir çoğunluğunu yapabilir. Hatta fiziksel olmayan işlerin tamamını yapabilir bile diyebilirim. Fakat kadın erkeğin yaptığı her işte mutlu olamaz. Olması da gerekmez. Kadın erkeğe eşit diyen kadınlar ve erkek kadından üstün diyen erkekler denk olduğumuz ayrımını görürlerse dünyayı daha yaşanılır bir hale getirmek için büyük bir yol katettiğimizi görebilirler. Umarım kırmadan anlatabilmişimdir düşüncemi. Kadın-erkek, dindar-ateist, galatasaraylı-fenerbahçeli, beyaz-zenci... gibi sözcüklerle ayrıştırılmadığımız bir dünya ümidiyle sağlıcakla kalın.
Çığlıkların Saygı Duruşu
Bilim insanları ne bilir ki? Hiç ulaşılmamış ideal ortamlarda yapılan deneyler, ispatlanmamış ve ispatlanamayacak teoremler, tek doğruluğu yanlışlığının ispatlanmamış olan doğrular... Ne bir duygu ne bir his. İnsan hesaplanabilir bir varlık mı ? Başımız ağrıdığında ne kadar süreceğini hesaplayabiliyor muyuz mesela? Ya da ne bileyim bir yakınımızı kaybettiğimizde hissedeceklerimizi tahmin edebiliyor muyuz? Biraz sonra fotoğrafını göreceğiniz babayı gördüğümde ne hissedeceğimi görene kadar bilmiyordum. Siz de bilmiyordunuz. Eğer hiçbir şey hissetmediyseniz bir doktora görünmenizi tavsiye ederim. Her gün insanlar ölüyor bunun ne farkı var bir fakir o mu diyebilirsiniz. Fakat onun oğlunun ölümünden bir fiil tüm ülke sorumlu. Kimimiz karşı çıkmadığımız için, kimimiz bir müdahalede bulunmadığımız için, kimimiz mecburiyetleri ortadan kaldırmadığımız için bunların hiçbirisi benim suçum değil mi diyorsunuz? Emin olun aklınıza bir kere bile gelmemeleri bizleri suçlu yapar. Şimdi nokta kadar hatamız bile bulunsa sorumlu değil miyiz bu eve bakan kişinin ölmesin de. Bundan sonra o ailenin yaşayacağı ağır sefalette ? Unutulur bu gün unutulmasa yarın unutulur. Düşünsenize daha kaç gün önceydi anası "Oğlum yüzme de bilmez..." diyeli. Bu gün haberlerde görmeseniz hanginiz hatırlıyordunuz? Unutkanlık en büyük ilaçtır. Fakat unutmayın her ilacın doz aşımı ölümcüldür...
Acıların başınıza gelmesini beklemeyin. Siz bekledikçe acı size daha çok yaklaşır. O gün gelmeden birinin derdine ortak olun. Çözemeseniz bile ortak olun. O yükü kaldıramasanız bile bir tebessümünüz yükün taşınmasını kolaylaştırır unutmayın. Zorlaştırmıyorsanız muhakkak kolaylaştırıyorsunuz demektir. Yeter ki insanların yanında olun...
10 Kasım
Tüm olaylara futboldaki fanatizm gözü ile bakanlara hiç bir zaman saygım olmayacak galiba. İnsanlar destekledikleri görüşleri biraz tartmalı süzmeli.
Tarih uzmanlık alanım değil. Bu sebep ile ahkam kesen bir yazmayı düşünmüyorum. Sadece ahkam kesenleri biraz eleştirip bir de benim gözümden bakmanızı deneyeceğim. Mustafa Kemal Atatürk benim gözümde kimdir daha doğrusu nedir ilk onu izah etmek isterim. Basit tarih bilgilerinden girdiği savaşları, kazandığı başarıları görebilirsiniz. Küçük bir çocuğa sorsanız muhtemelen onun ilk aklına gelen başarı "Kurtuluş savaşını kazandı bizi kurtardı." cümlesi ile hayat bulacak. Bazı tek hücreli organizmalar bu cümleyi söyleyen çocuklara bile kızar hemen düzeltme yapar; "Tek başına kazanmadı o savaşı!" haklılar kabul ediyorum. Aynı kişiler İstanbul'u Fatih Sultan Mehmet fethetti de de o da ayrı bir muamma. Konu gayet açık ve net, savaşlar komutanları ile anılır. Bu sebeptendir ki Mustafa Kemal'e küfreden tüm kurtuluş savaşı gazi ve şehitlerine küfreder.
Gerçekten insanları anlamak güç. Yada cahil toplumları diyeyim. Zira hiç bir ülke vatandaşı kurucusunu karalamaya çalışmaz herhalde. Atatürk bu milletin son kurtarıcısıdır. Umarım öyle de kalır. Mustafa Kemal'i karalayanlar da ona tapanlar da bir. Sadece ilke ve inkılaplarını doğru anlayıp uygulasak çok daha yaşanılır bir ülkede mutlu bir şekilde yaşarız.
Hala düşüncelerimi sıralı şekilde yazamıyorum. Tek konuya odaklanamamamın sebep olduğu bir sorun galiba. Bu yazıları okunması zor bir hale getiriyor farkındayım. Umarım kusuruma bakmazsınız.
Gaziantep-Marmaris arası 19 saate varan bir cehenneme döner her yaz. Bunun da tek sebebi annemin yükseklik korkusu olsa gerek. Gerçi kitabın lezzetine lezzet kattı bu yolculuk bunun için anneme teşekkür etmem gerekir.
Dil açısından yapayım eleştirimi. Bir mühendisi anlatan okuduğum ilk kitap Canan Tan Yüreğim Seni Çok Sevdi oldu. Ardından Oğuz Atay Tutunamayanlar... Tutunamayanlar bilincime öyle bir yerleşti ki her mühendis içeren kitabı ağır bir dil ole bekler oldum. Ama bu kitap ilk kitap gibi sular seller gibi akıcıydı. Ön yargımı kırdığını pek söyleyemem ama edebiyatçılar yazınca daha pozitif bakabilirim artık.
Bir mühendisin hayatını okumak bana diğer meslek gruplarından daha sıcak. Ne de olsa gelecekteki meslektaşlarım. Bu sebepten dile sevindim. Yalnız konu meslektaş olunca daha yaratıcı hikayeler beklemem herhalde doğal hakkım. Bu kitap bu beklentimi gayet karşıladı. Sonunu tahmin edemediğim filmler ve kitaplar özel ilgi alanım. Gerçi şüphe duyduğum yerler oldu bu kitapta ama tam anlamı ile bir tahmin olmadı. Heyecanı arttırdı bu da.
Yolculuğa kattığı keyif, kurgu ve dili bir bütün olarak düşünürsek kitap okumaya değer. Bunun yanında daha önceki kitap yorumlarında da bahsettiğim yazarın başka kitabını okuma arzusu Livaneli için de oluştuğuna göre ne kadar memnun kaldığımı anlatmama gerek yok. Şimdi sırada tatil zamanı ama önce Çetibeli çevirmesini geçmek var.
Bağnazlık
Bağnazlık nedir dediğinde insanlar hemen bir tanım arayışına giriyor. Ama bağnazlığı nasıl bir kalıba koymaya çalışabilirsin ki? Ancak ve ancak örneklerle açıklayabilirsin.
Farkında değiliz fakat en çok bağnazlıktan şikayet edenler yapıyor bu davranışı. Fikirlerinin modern yada eski olması bir şey değiştirmez. Bağnazlıktan kurtulmanın yolu gayet açık; sabit fikirlerden arınmalıyız. O nasıl olacak canım doğru her zaman doğrudur diyebilirsiniz. Ama doğru dediğimiz kavram sadece bilgisayarlar için sabittir ki yapay zeka sonrası bunu söylemek de pek realist olmaz.
Hiç evreni incelediniz mi? Sabit bir cisim ya da sabit bir varlık var mı? En ufak atom taneciği bile titreşir, koskoca kıtalar hareket eder. Ama sizin futbol takımınızı değiştirmeniz dönekliktir! Ne zavallı bir durum. Bu kadar da basite indirgeme bağnazlığı diyebilirsiniz ama maalesef basite indirgenmeden anlaşılmıyor. Niye daha iyi oynayan takımı destekleyemiyoruz ki. Evlenmelerin bile % 50si boşanma ile sonuçlanırken kimse sadakatten bahsetmesin lütfen. Bu düpedüz bağnazlıktır.
Kimimiz dini yönden bağnaz, kimimiz ideolojik olarak. Hepimiz bağnaz olmasak koca bir nesil bulaşık deterjanına mintax, kağıt mendile selpak der miydik? Partilere girmek istemiyorum ama bağnazlığın çok açık yapıldığı yerlerden biridir siyaset. CHPyi sorgulama yobaz olursun, MHPyi sorgulama terörist olursun... AK Partiye hiç değinemeyeceğim, biat kültürünü kanıksamış insanlardan bağnazlık dışı bir hareket beklemek hayal.
Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir diye klişe bir Herakleitos sözü vardır. Bağnazlığı en iyi izah eden sözdür bence. Bu paradoksu özümsemeden kurtulamayız bağnazlık illetinden. Umarım bir gün tüm takıntılarımızdan arınır, sabit fikirlerin olmadığı bir dünyada mutluca yaşarız...
Farkında değiliz fakat en çok bağnazlıktan şikayet edenler yapıyor bu davranışı. Fikirlerinin modern yada eski olması bir şey değiştirmez. Bağnazlıktan kurtulmanın yolu gayet açık; sabit fikirlerden arınmalıyız. O nasıl olacak canım doğru her zaman doğrudur diyebilirsiniz. Ama doğru dediğimiz kavram sadece bilgisayarlar için sabittir ki yapay zeka sonrası bunu söylemek de pek realist olmaz.
Hiç evreni incelediniz mi? Sabit bir cisim ya da sabit bir varlık var mı? En ufak atom taneciği bile titreşir, koskoca kıtalar hareket eder. Ama sizin futbol takımınızı değiştirmeniz dönekliktir! Ne zavallı bir durum. Bu kadar da basite indirgeme bağnazlığı diyebilirsiniz ama maalesef basite indirgenmeden anlaşılmıyor. Niye daha iyi oynayan takımı destekleyemiyoruz ki. Evlenmelerin bile % 50si boşanma ile sonuçlanırken kimse sadakatten bahsetmesin lütfen. Bu düpedüz bağnazlıktır.
Kimimiz dini yönden bağnaz, kimimiz ideolojik olarak. Hepimiz bağnaz olmasak koca bir nesil bulaşık deterjanına mintax, kağıt mendile selpak der miydik? Partilere girmek istemiyorum ama bağnazlığın çok açık yapıldığı yerlerden biridir siyaset. CHPyi sorgulama yobaz olursun, MHPyi sorgulama terörist olursun... AK Partiye hiç değinemeyeceğim, biat kültürünü kanıksamış insanlardan bağnazlık dışı bir hareket beklemek hayal.
Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir diye klişe bir Herakleitos sözü vardır. Bağnazlığı en iyi izah eden sözdür bence. Bu paradoksu özümsemeden kurtulamayız bağnazlık illetinden. Umarım bir gün tüm takıntılarımızdan arınır, sabit fikirlerin olmadığı bir dünyada mutluca yaşarız...
George Orwell - Bin Dokuz Yüz Seksen Dört
Bu kitabı alırken diğer kapağı bulamamış olmam çok acı. Asıl onu sevmiştim. Can yayınlarının kapak tasarımı yaratıcı fakat çekici değil, karmaşık.
Öncelikle önsüzü eleştirerek başlamak istiyorum. Kesinlikle yüksek ego ile yazılmış bir ön sözdü ve çeviren (Celâl Üster) kişiye tek kelime ile gıcık oldum. Kabul ediyorum iyi iş çıkarmış ve övünmekte haklı fakat bu benim okuma keyfimi kaçırabileceği anlamına gelmiyor. Kitabı bu basımı ile okuyacaklara tavsiyem aslen son söz olan ön sözü kitap bitince okumaları. Zira kendini övme çabası içerisindeki çevirmenimiz kocaman bir spoileri bizlere armağan etmiş. Okumaktan vazgeçmemek için kendimle savaştığım bir gerçek.
Çeviriyi bir kenara bırakıp yazıma gelmek biraz sakinleştirecek sanki beni. George amca gerçekten dünya siyasetini çok iyi bir şekilde özümsemiş ve bunu kitabına nakşetmiş. Bir çoğumuzun bildiği fakat kelimelere dökemediği siyasi projeler gayet net bir dille anlatılmış. 1949 yılında bugünleri görmüş neredeyse. Sevgili ülkemi yönetenlerin de bu kitabı okuyup özümsediği hissine kapıldığımı söylemeden de geçemeyeceğim.
Dil olarak çok daha ağır bir dil bekliyordum ama bu konuda haksız düştüm açıkçası. İlk bölümde sinir olduğum çevirmenin bu konuda emeği büyük sanırım. Akıcı bir dile sahip kitap. Bazı anlatımlarda bozulmalar mevcut olsa da bu kendi diliyle okumamanın verdiği bir handikap diye düşünüyorum.
Kitabı bitirdiğim gece kabuslar içerisinde geçti. Uyandığımda hala gerçek hayatta mıyım, kitapta mı yoksa rüyada mı bir türlü ayırt edemedim. Bu size ne kadar etkilendiğim konusunda daha net bir fikir verir herhalde. Okumak isteyenlerin tercihinden dolayı tebrik ediyorum ve keyifli okumalar diliyorum. Sıradaki siparişimde hayvan çiftliğinin olacağını da belirterek ne kadar beğendiğimi son cümlemde bir kez daha göstermek istiyorum.
Öncelikle önsüzü eleştirerek başlamak istiyorum. Kesinlikle yüksek ego ile yazılmış bir ön sözdü ve çeviren (Celâl Üster) kişiye tek kelime ile gıcık oldum. Kabul ediyorum iyi iş çıkarmış ve övünmekte haklı fakat bu benim okuma keyfimi kaçırabileceği anlamına gelmiyor. Kitabı bu basımı ile okuyacaklara tavsiyem aslen son söz olan ön sözü kitap bitince okumaları. Zira kendini övme çabası içerisindeki çevirmenimiz kocaman bir spoileri bizlere armağan etmiş. Okumaktan vazgeçmemek için kendimle savaştığım bir gerçek.
Çeviriyi bir kenara bırakıp yazıma gelmek biraz sakinleştirecek sanki beni. George amca gerçekten dünya siyasetini çok iyi bir şekilde özümsemiş ve bunu kitabına nakşetmiş. Bir çoğumuzun bildiği fakat kelimelere dökemediği siyasi projeler gayet net bir dille anlatılmış. 1949 yılında bugünleri görmüş neredeyse. Sevgili ülkemi yönetenlerin de bu kitabı okuyup özümsediği hissine kapıldığımı söylemeden de geçemeyeceğim.
Dil olarak çok daha ağır bir dil bekliyordum ama bu konuda haksız düştüm açıkçası. İlk bölümde sinir olduğum çevirmenin bu konuda emeği büyük sanırım. Akıcı bir dile sahip kitap. Bazı anlatımlarda bozulmalar mevcut olsa da bu kendi diliyle okumamanın verdiği bir handikap diye düşünüyorum.
Kitabı bitirdiğim gece kabuslar içerisinde geçti. Uyandığımda hala gerçek hayatta mıyım, kitapta mı yoksa rüyada mı bir türlü ayırt edemedim. Bu size ne kadar etkilendiğim konusunda daha net bir fikir verir herhalde. Okumak isteyenlerin tercihinden dolayı tebrik ediyorum ve keyifli okumalar diliyorum. Sıradaki siparişimde hayvan çiftliğinin olacağını da belirterek ne kadar beğendiğimi son cümlemde bir kez daha göstermek istiyorum.
Tezer Özlü - Çocukluğun Soğuk Geceleri
İlk kez okuyorum Tezer Özlü. Yazarımız ile ilgili sadece ilginç diyebilirim. Akıcı olmamasına rağmen çekici bir kitap.
Okuduğum kitaplar için yeni bir tabir kullanacağım. Belki daha önce bir başkası kullandı bilemem... Benim kullandığım anlamda kullanıldığını hiç sanmam ama. Bazı kitaplar okuduğumda bana karanlık kelimesini çağrıştırıyor hani rahatsız eden kötü karanlık değil de yorgunken sığındığımız karanlık. Acılarımızı paylaştığımız karanlık. İşte bu kitap da karanlıktı. Acı ve huzuru bir arada barındırıyordu. İliklerinize kadar yaşanan acıları hissedebiliyorsunuz.
Kitap konu olarak etkileyiciydi ama dili biraz sıkıcı geldi. Bir yabancılık, bir ağırlık vardı. Betimleme sevenler için tam bir cennet. Ne yazık ki ben çok haz etmem. Konunun çekiciliği dilin yoruculuğunu ört bas ediyor neyse ki.
Bir daha aynı yazarı okur muyum diye sorarım kitap bitince. Bu bana yazarın benim açımdan geçerliliğini gösterir. Popüler olmasını pek umursamam. Tezer Özlü yeniden okuyacağım yazarlar arasında. Fakat 100 sayfadan kalın kitaplarına cesaret edemem büyük olasılıkla. Son bir uyarı; ruhsal boşlukta bulunanların bir adım uzakta durması gereken bir kitap. Sevgi ile kalın.
Okuduğum kitaplar için yeni bir tabir kullanacağım. Belki daha önce bir başkası kullandı bilemem... Benim kullandığım anlamda kullanıldığını hiç sanmam ama. Bazı kitaplar okuduğumda bana karanlık kelimesini çağrıştırıyor hani rahatsız eden kötü karanlık değil de yorgunken sığındığımız karanlık. Acılarımızı paylaştığımız karanlık. İşte bu kitap da karanlıktı. Acı ve huzuru bir arada barındırıyordu. İliklerinize kadar yaşanan acıları hissedebiliyorsunuz.
Kitap konu olarak etkileyiciydi ama dili biraz sıkıcı geldi. Bir yabancılık, bir ağırlık vardı. Betimleme sevenler için tam bir cennet. Ne yazık ki ben çok haz etmem. Konunun çekiciliği dilin yoruculuğunu ört bas ediyor neyse ki.
Bir daha aynı yazarı okur muyum diye sorarım kitap bitince. Bu bana yazarın benim açımdan geçerliliğini gösterir. Popüler olmasını pek umursamam. Tezer Özlü yeniden okuyacağım yazarlar arasında. Fakat 100 sayfadan kalın kitaplarına cesaret edemem büyük olasılıkla. Son bir uyarı; ruhsal boşlukta bulunanların bir adım uzakta durması gereken bir kitap. Sevgi ile kalın.
Ramazan
Nerede kaldı eski ramazanlar? Bir durak geride. Şaka bir tarafa değişim ortada fakat gözler uzağa baktığından kimse nedeni göremiyor.
Ramazanlar aynı. Oruç tutan var, tutmayan var. Sahur var, iftar var. Eski dizileri, programları, filmleri yayınlama adeti var. Her ramazanda sorulan saçma din soruları (sürekli geliştiğini söylemeden geçemeyeceğim) var. Peki ne eksik? Saygı. Aslında hayatın her aşamasında bu eksikliği derinden hissediyoruz. Sadece insanların daha sık görüştüğü zamanlarda eksikliği daha çok hissediliyor.
Sorunlar her zaman çift taraflıdır. Sorun olmalarının en büyük sebebi ise tek taraflı görülmesi bence. Ramazanda saygı sorunu da çift taraflı. Oruç tutanın tutmayana tutmayanın tutana saygısı kalmamış. Bazı insanlar bunu dinsel bir gereklilik olduğunu düşünüyor ki bu büyük bir hata. Saygı dinler üstü bir kavram bana kalırsa. Misal oruç tutana aynı dinde olduğumuz için değil de insan olduğu için saygı göstermemiz gerektiğine inansak eski ramazanları geri getirebiliriz belki. Aynı şekilde her insanın oruç tutması gerekmediğini ya da her insanın kendisi için oruç tuttuğunu hatırlarsak yine eski ramazanlara yaklaşırız.
Yazıyı çok uzatıp sıkmak istemiyorum. İşin özeti şudur ki saygı eksik oldukça hayatımızda, tuzsuz çorba gibi olacak hayatımız. Belki alışırız tuzsuz çorbaya ama hep bir eksiklik hissederiz... Saygı dolu bir ramazan dilerim.
Edge of Tomorrow - Yarının Sınırında
Uzun süredir sinemada film izlemiyordum. Gerçi perşembe günüde sinemadaydım ama yüzlerce ufaklığın içinde izlenmiş bir filmden tat almam mümkün olmadı tabi.
Ramazan ayının gelmesiyle beraber kapalı alan etkinlikleri de bu gün itibari ile başlamış oldu. İlk gün haftasonu olması sebebiyle keyifli geçti. Tam 1 saat kala bir şeyler yazmaya çalışmak gerçekten cesaret işi.
Öz kardeşim kadar değerli 3 kardeşim var benim. Daha önce bahsettim mi bilmiyorum. Bu gün onlardan birisi ile beraber olduğumdan gayet güzel bir gündü. Gerçi üçünden biri ile görüştüğüm günden daha iyi geçen bir günüm üçü ile beraber olduğum gün olsa gerek. Galiba dünyadaki en şanslı insanlardan birisiyim böyle arkadaşlarım olduğu için.
Başlık film olmasına rağmen pek filmden bahsedemedim. Hali hazırda kendimi tanıtma ihtiyacımdan kaynaklanıyor bu galiba. Konumuza dönersek, fragmanı ilk izlediğimde karar vermiştim bu filmi izlemeyi. Gerçekten hikayesi ilginç ve sıradışı. Standart aksiyon, salgın, uzaylı, bilim-kurgu, savaş filmlerinin güzel bir harmanı olmuş. Başarılı bir kurgu, takdire şayan bir hayal gücü. Tom amcanın oyunculuğunu herhalde iyi ya da kötü eleştirmek pek haddim değil. Emily teyze de gerçekten filme sekron olmuş.
Güzel bir hafta sonu hedefiniz varsa, bu sıcaklarda yapacak bir aktivite arıyorsanız güzel bir seçenek. IMBD puanına güvenim derin şekillerde sarsılmış olsa da 8,1/10 puan bu film için hiç de abartı değil. benim puanım da 8/10. İzleyecek olanlara keyifli seyirler dilerim.
IMDB : http://www.imdb.com/title/tt1631867/
Ramazan ayının gelmesiyle beraber kapalı alan etkinlikleri de bu gün itibari ile başlamış oldu. İlk gün haftasonu olması sebebiyle keyifli geçti. Tam 1 saat kala bir şeyler yazmaya çalışmak gerçekten cesaret işi.
Öz kardeşim kadar değerli 3 kardeşim var benim. Daha önce bahsettim mi bilmiyorum. Bu gün onlardan birisi ile beraber olduğumdan gayet güzel bir gündü. Gerçi üçünden biri ile görüştüğüm günden daha iyi geçen bir günüm üçü ile beraber olduğum gün olsa gerek. Galiba dünyadaki en şanslı insanlardan birisiyim böyle arkadaşlarım olduğu için.
Başlık film olmasına rağmen pek filmden bahsedemedim. Hali hazırda kendimi tanıtma ihtiyacımdan kaynaklanıyor bu galiba. Konumuza dönersek, fragmanı ilk izlediğimde karar vermiştim bu filmi izlemeyi. Gerçekten hikayesi ilginç ve sıradışı. Standart aksiyon, salgın, uzaylı, bilim-kurgu, savaş filmlerinin güzel bir harmanı olmuş. Başarılı bir kurgu, takdire şayan bir hayal gücü. Tom amcanın oyunculuğunu herhalde iyi ya da kötü eleştirmek pek haddim değil. Emily teyze de gerçekten filme sekron olmuş.
Güzel bir hafta sonu hedefiniz varsa, bu sıcaklarda yapacak bir aktivite arıyorsanız güzel bir seçenek. IMBD puanına güvenim derin şekillerde sarsılmış olsa da 8,1/10 puan bu film için hiç de abartı değil. benim puanım da 8/10. İzleyecek olanlara keyifli seyirler dilerim.
IMDB : http://www.imdb.com/title/tt1631867/
Kürk Mantolu Madonna vs Bir de Baktım Yoksun
Uzun süredir yazı yazamıyorum. Neden bilmiyorum. Belki de bu "Bir de Baktım Yoksun" için bir yazı yazmaya zorladığımdandır kendimi. Hani kitap çok mu kötüydü? Asla değildi. Belli bölümleri çok çok iyiydi ama kalite bakımından çok fazla geçiş yaşanıyordu kitapta. Bu yordu gerçekten. Belli bölümleri istemeden yazılmış gibiydi.
"Bir de Baktım Yoksun" bitince "Kürk Mantolu Madonna" bir çırpıda bitti zaten. Biter bitmez bir yazma ihtiyacı belirdi. Tamam kabul ediyorum üçüncü sınıf bir dizi senaryosu gibi ama kitaplar daha gerçekçi benim için. Diziler sadece bir kurgu gibi dururken nedense kitaplar yaşanmış gibi geliyor. Bilim kurgu kitaplarında bile aklımdan acaba sorusunun geçmesi biraz da sıkıntılı aslında.
Kitap başında kahramanı yanlış seçmiş olmam, asıl kahramanı yanlış tahlil etmiş olmam biraz olsun azaltmadı kitaba ilgimi. Şaşırtması güzel bile oldu diyebilirim. Fazla kitap hakkında yazmak istemiyorum. Hem saygısızlık etmekten hem de söylememem gereken ayrıntıları söylemekten doğan korkumdan çok uzun yazmayacağım. Zaten yazmam önündeki engelin kalkmış olmasından en kısa zamanda yazacağımı biliyorum. Kitap hakkında hemen eleştirimi yapayım; çok çok ağır bir dili var fakat anlaşılmaz bir şekilde akıcı.
"Kürk Mantolu Madonna" 9,5/10 puanını benden zorlanmadan alıyor. 0,5 puan ise nazar boncuğu. Bu iki kitap arasında kalırsanız kesinlikle Sabahattin Ali'yi tercih edin. Zira ben bu aralıkta sıkıştım vakti zamanında. "Bir de Baktım Yoksun" 6,5/10 puan ile ortalamanın üstünde kalmayı başarıyor. "Aile Çay Bahçesi" ardından başarısız bir performanstı gözümde. Hepinize keyifli, öğretici okuma saatleri dilerim.
"Bir de Baktım Yoksun" bitince "Kürk Mantolu Madonna" bir çırpıda bitti zaten. Biter bitmez bir yazma ihtiyacı belirdi. Tamam kabul ediyorum üçüncü sınıf bir dizi senaryosu gibi ama kitaplar daha gerçekçi benim için. Diziler sadece bir kurgu gibi dururken nedense kitaplar yaşanmış gibi geliyor. Bilim kurgu kitaplarında bile aklımdan acaba sorusunun geçmesi biraz da sıkıntılı aslında.
Kitap başında kahramanı yanlış seçmiş olmam, asıl kahramanı yanlış tahlil etmiş olmam biraz olsun azaltmadı kitaba ilgimi. Şaşırtması güzel bile oldu diyebilirim. Fazla kitap hakkında yazmak istemiyorum. Hem saygısızlık etmekten hem de söylememem gereken ayrıntıları söylemekten doğan korkumdan çok uzun yazmayacağım. Zaten yazmam önündeki engelin kalkmış olmasından en kısa zamanda yazacağımı biliyorum. Kitap hakkında hemen eleştirimi yapayım; çok çok ağır bir dili var fakat anlaşılmaz bir şekilde akıcı.
"Kürk Mantolu Madonna" 9,5/10 puanını benden zorlanmadan alıyor. 0,5 puan ise nazar boncuğu. Bu iki kitap arasında kalırsanız kesinlikle Sabahattin Ali'yi tercih edin. Zira ben bu aralıkta sıkıştım vakti zamanında. "Bir de Baktım Yoksun" 6,5/10 puan ile ortalamanın üstünde kalmayı başarıyor. "Aile Çay Bahçesi" ardından başarısız bir performanstı gözümde. Hepinize keyifli, öğretici okuma saatleri dilerim.
Zeki Müren
Belli günlerde daha doğrusu belli olmayan günlerde belli olmayan modlara girebiliyorum. Bazen bir ses bazen bir doku sebep olabiliyor bu modların sebebi. Misal bugün bir yarışma programında (Selçuk Yöntem'in sunduğu Büyük Risk) duyduğum bir şarkının ardından Zeki Müren moduna girdim.
Zeki Müren benim için çok önemli bir sanatçıdır. Şarkıcı demediğim hususuna dikkatinizi çekmek isterim. Kolay kolay sanatçı deyimini kullanmam. Sanatçı olmak zor zanaat. Çok deşmeyeceğim bu konuyu belki bir gün bunun üzerine ayrı bir yazı yazarım. Bu gün günlerden Zeki Müren ve sadece onun sözleri ve şarkıları üzerine yazmak istiyorum. Zaten şu an hali hazırda hazırlamakta olduğum şarkı listesini yazının sonuna da iliştireceğim. Tamamen kendi dinlediğim sırada olmasına özen gösteriyorum. Gerçi şu anda karışık çalıyor olsa da sanki bir düzen içerisinde gidiyormuş gibi.
Zeki Müren şarkılarında nedense onunla birlikte yaşıyormuş gibi oluyorum. Şu anki şarkı ve şarkıcıları Zeki Müren'le kıyaslama gafletine düşmeyeceğim. Zira gerçekten büyük hayal kırıklığı yaratır bu bende. Şarkılarındaki yaşanmışlık, gerçekçilik, akla yatkınlık, bütünlük şimdiki şarkılarda nerde... Gerçekten yanlış zamanda doğmuşum.
Zeki Müren dinlerken yazmakta güçleşiyor. Yazdığım yazı o kadar boş o kadar anlamsız geliyor ki... Adam yapmış birader daha neyin çabasındasın diyesim geliyor ki sonra kendimle konuşmam hoş karşılanmaz dayatması geliyor gözümün önüne ve demiyorum. Kendi kendine yazanlara aristokrat gözüyle bakanların kendi kendine konuşana deli demesi nasıl bir dilemmadır çok kurcalamayacağım...
Son günlerde daha doğrusu Soma cinayetinden bu yana fotoğraf koyamıyorum instagrama içimden gelmiyor. Buradan özür diliyorum orada beni takip edenlerden. Biliyorum sadece forum yazıları paylaşıyor olmam sıkıcı. Ama bu isteksizliği atmadan fotoğraf koymak pek içimden gelmiyor. Bu hislerde acıları dindirmek, su serpmekle yükümlü insan müsvettelerinin olayları kızıştırma çabalarının etkisi büyük maalesef. Umarım yanlışlarının farkına varırlar varmazlarsa da başımızdan giderler... Ben de en kısa zamanda bu isteksizlikten kurtulurum diyor ve sizleri hazırladığım liste ile baş başa bırakıyorum. Tabi yazıyı okumaya başlamadan çalmaya başlayanlar daha şanslı.
Ben de bir türlü ön izlemede görünmedi sizde de aynı sorun yaşanıyorsa link olarak buradaki youtube linkinden şarkı listesine ulaşabilirsiniz.
Zeki Müren benim için çok önemli bir sanatçıdır. Şarkıcı demediğim hususuna dikkatinizi çekmek isterim. Kolay kolay sanatçı deyimini kullanmam. Sanatçı olmak zor zanaat. Çok deşmeyeceğim bu konuyu belki bir gün bunun üzerine ayrı bir yazı yazarım. Bu gün günlerden Zeki Müren ve sadece onun sözleri ve şarkıları üzerine yazmak istiyorum. Zaten şu an hali hazırda hazırlamakta olduğum şarkı listesini yazının sonuna da iliştireceğim. Tamamen kendi dinlediğim sırada olmasına özen gösteriyorum. Gerçi şu anda karışık çalıyor olsa da sanki bir düzen içerisinde gidiyormuş gibi.
Zeki Müren şarkılarında nedense onunla birlikte yaşıyormuş gibi oluyorum. Şu anki şarkı ve şarkıcıları Zeki Müren'le kıyaslama gafletine düşmeyeceğim. Zira gerçekten büyük hayal kırıklığı yaratır bu bende. Şarkılarındaki yaşanmışlık, gerçekçilik, akla yatkınlık, bütünlük şimdiki şarkılarda nerde... Gerçekten yanlış zamanda doğmuşum.
Zeki Müren dinlerken yazmakta güçleşiyor. Yazdığım yazı o kadar boş o kadar anlamsız geliyor ki... Adam yapmış birader daha neyin çabasındasın diyesim geliyor ki sonra kendimle konuşmam hoş karşılanmaz dayatması geliyor gözümün önüne ve demiyorum. Kendi kendine yazanlara aristokrat gözüyle bakanların kendi kendine konuşana deli demesi nasıl bir dilemmadır çok kurcalamayacağım...
Son günlerde daha doğrusu Soma cinayetinden bu yana fotoğraf koyamıyorum instagrama içimden gelmiyor. Buradan özür diliyorum orada beni takip edenlerden. Biliyorum sadece forum yazıları paylaşıyor olmam sıkıcı. Ama bu isteksizliği atmadan fotoğraf koymak pek içimden gelmiyor. Bu hislerde acıları dindirmek, su serpmekle yükümlü insan müsvettelerinin olayları kızıştırma çabalarının etkisi büyük maalesef. Umarım yanlışlarının farkına varırlar varmazlarsa da başımızdan giderler... Ben de en kısa zamanda bu isteksizlikten kurtulurum diyor ve sizleri hazırladığım liste ile baş başa bırakıyorum. Tabi yazıyı okumaya başlamadan çalmaya başlayanlar daha şanslı.
Ben de bir türlü ön izlemede görünmedi sizde de aynı sorun yaşanıyorsa link olarak buradaki youtube linkinden şarkı listesine ulaşabilirsiniz.
Kuşak Farkı
Kuşaklar arasında her dönem fark yaşanmıştır da galiba bu benim yaşadığım ilk kez olan bir durum. Kendimi çok mu önemsiyorum diye sormuyor değilim aslında. Fakat kendi kuşağım ile çatışmam sizce de garip değil mi ?
Çok sorumsuz bir kuşağa denk geldiğim aşikâr. Hani demiyorum ki ben dört dörtlük sorumlu ve saygılı bir insanım. Fakat gördüğüm saygısızlığa ve bencilliğe dayanmam bazen çok zor olabiliyor. Sadece saygı yönünden olsa yine iyi. Okumayan bir nesil var. Beni tanıyanların sanki şundan 2-3 sene önce sen kitap okuyordun da bundan şikayetçi oluyorsun dediğini duyar gibiyim. Evet ben de roman okumazdım. Oldum olası garip bir insanmışım demek ki. Zira canı sıkıldığında kim açıp da Meydan Larousse okur.
Bir takım konular da vardır ki okumak ya da saygılı olmaktan çok ayrıdır. Misal kütüphanede, müzede, toplu taşıma araçlarında vs. sesli konuşulmaz. Hatta gerekmedikçe konuşulmaz. Bu insan olmanın bir kuralıdır ve kimsenin öğretmesine gerek yoktur. Fakat bakıyorum ki adı üniversiteli olan insanlar bile bu kadarını becermekten aciz.
Benim neslim kötünün iyisiymiş dediğim anlar ise tam bir kabus. Benim nesil en azından bilip de yapmıyor bir çok şeyi. Hiç olmazsa bir azınlık halen bazı şeylere değer veriyor, saygı gösteriyor. Ama şöyle bakıyorum lisedeki, ortaokuldaki ve ilkokuldaki öğrencilere... Durum içler acısı. En önemli nokta paylaşma bilinci sıfır. Babamın anlattığı iki olay ise gayet somut örnekler olacağı için paylaşacağım. Bir gün bir ilkokul öğrencisine sormuş ne olmak istiyorsun diye. Öğrencinin cevabı gayet masumane bir şekilde cumhurbaşkanı olmuş. Hani olayın bu kısmına kadar sorun yok bir çoğumuz başbakan ve cumhurbaşkanı cevabını vermişizdir. Ama neden sorusunun cevabı ürkütücü. "Türkiye'de her meslekte birden fazla kişi çalışıyor ama cumhurbaşkanlığı tek. Benim yaptığım işi bir başkası yapmamalı!" Bakar mısınız ufacık beyine sığan koca ego ve bencilliğe. İkinci olay aynı öğrenci tarafından mıydı değil miydi hatırlamıyorum o da içler acısı. Öğretmeni kendisi parmak kaldırırken nasıl bir başka öğrenciyi kaldırırmış. Bu sadece bir mızmızlanma da değil çıkıyor pencereye intihar etmekle tehdit ediyor öğretmenini... Allah'tan hem sınıf 1. katta hem de ikna ediliyor da kazasız atlatılıyor olay.
Bencillik, duyarsızlık, umursamazlık... Teknoloji çağı olarak atfedilen 21. yüzyıldan sonra herhalde bu üç çağ yaşanacak. Yozlaşmanın bizlere koca bir armağanı olsa gerek bu. Umarım ben yanılırım ve güzel bir nesil beni haksız çıkarır...
Dil...
Atalarımıza ve sözlerine gerçekten saygım sonsuz. Hepsi bir yaşanmışlığın eseri. Örnek "Dil ola kese savaşı, dil ola kestire başı." ya da ne bileyim "Dilim giydirir bana kilim." Konuyu fazla açıkladım galiba giriş bölümünde. Gazetelerin sosyal medyada kullandıkları yöntemi mi kullansam acaba. Okusanız okusanız da sonuca varamasanız son satıra kadar. Şikayet etmeden duramıyorum bazı zamanlar, huyum kurusun.
Dil bir devleti devlet yapan temel unsurlardan birisidir. Öyle ki dili olmayan bir devlet ancak ve ancak bir başka devletin kuklası olabiliyor. Kimi zaman bir devleti çökerten dil kimi zaman bir devletin insanlarını ölümden kurtarmıştır. Ama nedense insanoğlu dilin hep kötü tarafını görür. Belki de hafızamızın iyi olayları ötelemesindendir bilinmez...
İnsan beynini anlamak gerçekten güç. Sen koca bir vücuda hükmet gel gelelim bir dile hakim olama. Vücudumuzu dünya olarak görürsek dil herhalde Türkiye'nin olduğu bölge olurdu. Sürekli yönlendireni farklı. Beyinden kalbe hatta daha tehlikeli organların bile dile hükmettiği aşikar. İşte bazen de başına buyruk çıkışlar yapıyor.
Ben bir de parmaklarıma hakim olamıyorum galiba. Zira şu anda konu dil olmamalıydı. Kafanda o kadar konu tasarla, düşün, taşın sonra gel seni zor durumda bırakmaktan başka bir işe yaramayan dil hakkında yazı yaz. Uzun süre o çekilmez dizi 80'lere katlandım halbuki ben. Ne çok özenirdim oradaki dilsiz karakterine. Gerçi bizimkilerde de vardı bir dilsiz ama o konuşmaya çok meyilliydi. Hebe, Hübe de dese bir konuşma çabası vardı.
Rom pert durumda bende. Ne kadar zorlarsam zorlayayım bu konuyu tamamlamadan remdeki işlemleri yapamayacak. Gerçi şu yazı da bile defalarca suçladığım dil, bir çok kez de suçsuz olmasına rağmen suçlanmıştır. Örneğin hiç kimsenin okumayacağını bilmeme rağmen yazıyor olmam beni deli göstermezken, kendi kendime konuşsam deli ilan edilirim. Hani hiç kimse derken bir kaç sadece ben yazdığım için okuyan arkadaşımı es geçmek istemem onlar kıymetli. Bir de sadece ne oldu bu çocuk anarşist mi olacak da yazmaya başladı diye okuduğunu düşündüğüm yakinim olan insanlar var :) Yazılarıma gülücük de koydurdular ya helal onlara.
İç sesime hakim olmak zor. Yakında kalem defter taşımaya başlayacağım kafamdaki zırvaları toparlamak için. Böyle durduk yere yazmaya başlayınca ne konuyu toparlayabiliyorum ne de bir konu oluşturabiliyorum. Kafamdakiler de çıkmıyor tam. Neyse siz siz olun bir avuç kan tükürerek uyanmak istemiyorsanız elinize ve dilinize hakim olun. Haaa buradaki eline hakim olmak eline, diline, beline hakim olmak deyimindeki gibi değil. Devir değişti artık el mesaj yazmak gibi anlamlara da gelebiliyor. Gerçi kim bilir belki ilk söyleyen mektubu kastetmişti...
Dil bir devleti devlet yapan temel unsurlardan birisidir. Öyle ki dili olmayan bir devlet ancak ve ancak bir başka devletin kuklası olabiliyor. Kimi zaman bir devleti çökerten dil kimi zaman bir devletin insanlarını ölümden kurtarmıştır. Ama nedense insanoğlu dilin hep kötü tarafını görür. Belki de hafızamızın iyi olayları ötelemesindendir bilinmez...
İnsan beynini anlamak gerçekten güç. Sen koca bir vücuda hükmet gel gelelim bir dile hakim olama. Vücudumuzu dünya olarak görürsek dil herhalde Türkiye'nin olduğu bölge olurdu. Sürekli yönlendireni farklı. Beyinden kalbe hatta daha tehlikeli organların bile dile hükmettiği aşikar. İşte bazen de başına buyruk çıkışlar yapıyor.
Ben bir de parmaklarıma hakim olamıyorum galiba. Zira şu anda konu dil olmamalıydı. Kafanda o kadar konu tasarla, düşün, taşın sonra gel seni zor durumda bırakmaktan başka bir işe yaramayan dil hakkında yazı yaz. Uzun süre o çekilmez dizi 80'lere katlandım halbuki ben. Ne çok özenirdim oradaki dilsiz karakterine. Gerçi bizimkilerde de vardı bir dilsiz ama o konuşmaya çok meyilliydi. Hebe, Hübe de dese bir konuşma çabası vardı.
Rom pert durumda bende. Ne kadar zorlarsam zorlayayım bu konuyu tamamlamadan remdeki işlemleri yapamayacak. Gerçi şu yazı da bile defalarca suçladığım dil, bir çok kez de suçsuz olmasına rağmen suçlanmıştır. Örneğin hiç kimsenin okumayacağını bilmeme rağmen yazıyor olmam beni deli göstermezken, kendi kendime konuşsam deli ilan edilirim. Hani hiç kimse derken bir kaç sadece ben yazdığım için okuyan arkadaşımı es geçmek istemem onlar kıymetli. Bir de sadece ne oldu bu çocuk anarşist mi olacak da yazmaya başladı diye okuduğunu düşündüğüm yakinim olan insanlar var :) Yazılarıma gülücük de koydurdular ya helal onlara.
İç sesime hakim olmak zor. Yakında kalem defter taşımaya başlayacağım kafamdaki zırvaları toparlamak için. Böyle durduk yere yazmaya başlayınca ne konuyu toparlayabiliyorum ne de bir konu oluşturabiliyorum. Kafamdakiler de çıkmıyor tam. Neyse siz siz olun bir avuç kan tükürerek uyanmak istemiyorsanız elinize ve dilinize hakim olun. Haaa buradaki eline hakim olmak eline, diline, beline hakim olmak deyimindeki gibi değil. Devir değişti artık el mesaj yazmak gibi anlamlara da gelebiliyor. Gerçi kim bilir belki ilk söyleyen mektubu kastetmişti...
Kaybettim
Bu karikatürdeki kadar bir şey beklemedim ki ben insanlardan. Belki de kavramlara verdiğimiz anlamlar farklı. Örneğin yas kavramı...
Benim için yas hayatın akışını durdurmak değil. Ya da ne bileyim mutsuz ve karamsar olmak da değil. Sabahlara kadar ağlamak hiç değil. Peki ne yapar bu murmur yas tutarken. Sokakta yüksek sesle gülmez mesela, herkese anlık mutluluk ve sevinçlerini paylaşmaz mesela. Günlük hayatına devam eder. İşe gider, işten gelir, yemeğini aynı saatte yer ama az ama çok midesi aldığınca. Sözün kısası günlük hayatından vazgeçmez.
Son yıllarda insanların bir gerçek bir de sanal yaşamı mevcut. Sanal kelimesi bence yanlış yorumlanıyor. İşin ismi sanal diye bu alemde söylediklerini ve yaptıklarını kendisine mâl etmeyenler bile var. Ama buradaki sanallık aynalardaki sanal görüntü gibi. Aynalar belki ufak gösterir belki dev ama sonuç olarak sizi göstermez mi? Ya da gerçek kimliğinizi değiştirebilir mi ? İşte sanal alem yani internet ortamı da aynen böyle. Gerçek hayatta bir yas varken insanlar matem tutarken ne yediğini, ne içtiğini, o gün ne giydiğini yada ne kadar güzel güldüğünü paylaşmanın ne önemi var.
Yaşadığımız kaza süsü verilmiş cinayetin ardından gerçekten çok üzgündüm ve insanların umursamazlığı beni gerçekten sinirlendiriyordu. Hatta sosyal medyada bir de yazı paylaştım. Eğer alınan olduysa ki oldu biliyorum özür diliyorum. Ama o yazıyı paylaşmasam kişisel olarak kırardım sizi. Ama sakın yanlış da anlamayın o yazdıklarımdan pişman değilim. İlk günler öfkelenirken artık sadece üzülüyorum. Biz bu hale nasıl geldik diyorum. İnsanlardaki eksiklere hep üzüldüm, hayatımda hep tüm insanların herhangi bir ihtiyacının olmadığı bir dünyayı hayal ettim. Bu sebepten insanların eksikliklerini gördüğümde üzüldüm. Ama vicdan eksikliği herhalde en çok üzüldüğüm konu oldu son günlerde.
Bu blogu ilk açtığımda hayalim kendi kimliğimden ve kendi çevremden sıyrılıp biraz daha özgürce yazmaktı. Hani sanal dünya yalanı ile değil de evcilik oynarken büyüklerine ne oynadığını söylemeyi çekinen bir çocuk edasındaydı bu isteğim. Ama pek olmadı. Bu sebepten yeni yazıları artık instagramda ve facebookta da duyuracağım. Acaba şu insanlar ne der, bu insanlar ne konuşur gibi kaygılardan sıyrılmak sadece yazarların harcıymış çok iyi kavradım. Yazıyı da daha fazla uzatmayayım ve bitireyim artık. Hepinizin koskocaman vicdanlara sahip olmanızı dilerim. Bir sonraki yazıda görüşürüz.
Benim için yas hayatın akışını durdurmak değil. Ya da ne bileyim mutsuz ve karamsar olmak da değil. Sabahlara kadar ağlamak hiç değil. Peki ne yapar bu murmur yas tutarken. Sokakta yüksek sesle gülmez mesela, herkese anlık mutluluk ve sevinçlerini paylaşmaz mesela. Günlük hayatına devam eder. İşe gider, işten gelir, yemeğini aynı saatte yer ama az ama çok midesi aldığınca. Sözün kısası günlük hayatından vazgeçmez.
Son yıllarda insanların bir gerçek bir de sanal yaşamı mevcut. Sanal kelimesi bence yanlış yorumlanıyor. İşin ismi sanal diye bu alemde söylediklerini ve yaptıklarını kendisine mâl etmeyenler bile var. Ama buradaki sanallık aynalardaki sanal görüntü gibi. Aynalar belki ufak gösterir belki dev ama sonuç olarak sizi göstermez mi? Ya da gerçek kimliğinizi değiştirebilir mi ? İşte sanal alem yani internet ortamı da aynen böyle. Gerçek hayatta bir yas varken insanlar matem tutarken ne yediğini, ne içtiğini, o gün ne giydiğini yada ne kadar güzel güldüğünü paylaşmanın ne önemi var.
Yaşadığımız kaza süsü verilmiş cinayetin ardından gerçekten çok üzgündüm ve insanların umursamazlığı beni gerçekten sinirlendiriyordu. Hatta sosyal medyada bir de yazı paylaştım. Eğer alınan olduysa ki oldu biliyorum özür diliyorum. Ama o yazıyı paylaşmasam kişisel olarak kırardım sizi. Ama sakın yanlış da anlamayın o yazdıklarımdan pişman değilim. İlk günler öfkelenirken artık sadece üzülüyorum. Biz bu hale nasıl geldik diyorum. İnsanlardaki eksiklere hep üzüldüm, hayatımda hep tüm insanların herhangi bir ihtiyacının olmadığı bir dünyayı hayal ettim. Bu sebepten insanların eksikliklerini gördüğümde üzüldüm. Ama vicdan eksikliği herhalde en çok üzüldüğüm konu oldu son günlerde.
Bu blogu ilk açtığımda hayalim kendi kimliğimden ve kendi çevremden sıyrılıp biraz daha özgürce yazmaktı. Hani sanal dünya yalanı ile değil de evcilik oynarken büyüklerine ne oynadığını söylemeyi çekinen bir çocuk edasındaydı bu isteğim. Ama pek olmadı. Bu sebepten yeni yazıları artık instagramda ve facebookta da duyuracağım. Acaba şu insanlar ne der, bu insanlar ne konuşur gibi kaygılardan sıyrılmak sadece yazarların harcıymış çok iyi kavradım. Yazıyı da daha fazla uzatmayayım ve bitireyim artık. Hepinizin koskocaman vicdanlara sahip olmanızı dilerim. Bir sonraki yazıda görüşürüz.
Ka(e)der...
Kadere iman; İslam dininde imanım şartlarından birisi. Peki güzel kardeşim kadere iman mı et demiş tap mı demiş? Nedir bu kadercilik furyası. Yüzlerce kişinin ardından sen çık de ki kader bu işin fıtratı bu. Aklına gelmediğindendir muhtemelen yoksa şu cümleyi de kurardı zat-ı muhterem(!)"Kaderden kaçılmaz. Bu olay olmasa da ölürlerdi başka şekilde." Eee o zaman cinayet suçundan yatanları salalım gitsin. Nasıl olsa eceli gelmeyeni kimse öldüremiyor, cinayet işleyen Azrail'in kolu. Bu nasıl bir mantıktır anlam vermek güç.
Türkiye'deki toplumsal olayların da bir kaderi var galiba. Açılış hükümeti, iktidarı yuhalama, eylemler yapma, sonra sivil örgütlerin isim yapma çabası, eee zenginler hiç dua almasın mı sonrasında bir yardım gösterisi (gösteri diyorum zira şölenler eşliğinde reklam olsun diye yapılan etkinlikler) ya sonra? İlk önce haberlerden silinir, sonra kandırılarak ya da ikna(!) edilen yakınların ağzına bal sürüp susturma, ilk yıl dönümde gidip maden kapısına çelenk koyma... Tabi bu işin de kaderi böyle. Ölürsün ama boşu boşuna, ölümün önemsizdir. Ölümün dolusu mu olur bre pervasız diyebilirsiniz. Örnek vereyim kendi şehrimden; Şehitkamil süngü ile çok acı bir şekilde öldürüldü. Ne değişti? Koca bir destan olan Gaziantep Savunması başladı. Cemal'in canı Şehitkamil'den daha mı değersizdi? Neden Türkiye'de hiçbir şey değişmiyor? Kader...
Çaresizlik anlarımızda bazı kelimelerin ardına saklanıyoruz. Ama onlar sadece bir kelime. Akıllı insanları kandıramaz o kelimeler. Bu da demek oluyor ki pek akıllı insan yaşamıyor yaşadığımız coğrafyada... Daha somut örnek mi ? Eset-Esad desem? Burada daha sadece okunuş değişmiş kelime aynı yani...
Kader kelimesi ne zaman bizi çemberinden çıkarır bilmiyorum. Ama nasıl çıkılır yolu biliyorum. Eğer biz yeterli eğitim ve donanıma sahip olursak kimse bizi böyle saçmalıklarla kandıramaz. Eğer düzene karşı çıkmak istiyorsanız, kaderi yıkmak istiyorsanız sokaklarda anlamsız eylemlere katılmayın. Kültürlü, cahil, okumuş, okumamış diye ayırt etmeden herkese izah edin. Devir sokağa çıkarak kendini anlatma devri değil, evlerde konuşup ikna ederek kendini anlatma devri. Konu bütünlüksüz yazıma artık son veriyorum. Ama azat edin üzgünken en fazla bu kadar oluyor...
Türkiye'deki toplumsal olayların da bir kaderi var galiba. Açılış hükümeti, iktidarı yuhalama, eylemler yapma, sonra sivil örgütlerin isim yapma çabası, eee zenginler hiç dua almasın mı sonrasında bir yardım gösterisi (gösteri diyorum zira şölenler eşliğinde reklam olsun diye yapılan etkinlikler) ya sonra? İlk önce haberlerden silinir, sonra kandırılarak ya da ikna(!) edilen yakınların ağzına bal sürüp susturma, ilk yıl dönümde gidip maden kapısına çelenk koyma... Tabi bu işin de kaderi böyle. Ölürsün ama boşu boşuna, ölümün önemsizdir. Ölümün dolusu mu olur bre pervasız diyebilirsiniz. Örnek vereyim kendi şehrimden; Şehitkamil süngü ile çok acı bir şekilde öldürüldü. Ne değişti? Koca bir destan olan Gaziantep Savunması başladı. Cemal'in canı Şehitkamil'den daha mı değersizdi? Neden Türkiye'de hiçbir şey değişmiyor? Kader...
Çaresizlik anlarımızda bazı kelimelerin ardına saklanıyoruz. Ama onlar sadece bir kelime. Akıllı insanları kandıramaz o kelimeler. Bu da demek oluyor ki pek akıllı insan yaşamıyor yaşadığımız coğrafyada... Daha somut örnek mi ? Eset-Esad desem? Burada daha sadece okunuş değişmiş kelime aynı yani...
Kader kelimesi ne zaman bizi çemberinden çıkarır bilmiyorum. Ama nasıl çıkılır yolu biliyorum. Eğer biz yeterli eğitim ve donanıma sahip olursak kimse bizi böyle saçmalıklarla kandıramaz. Eğer düzene karşı çıkmak istiyorsanız, kaderi yıkmak istiyorsanız sokaklarda anlamsız eylemlere katılmayın. Kültürlü, cahil, okumuş, okumamış diye ayırt etmeden herkese izah edin. Devir sokağa çıkarak kendini anlatma devri değil, evlerde konuşup ikna ederek kendini anlatma devri. Konu bütünlüksüz yazıma artık son veriyorum. Ama azat edin üzgünken en fazla bu kadar oluyor...
SOMA!
Ne yazılır ki olanlarla ilgili. Ama içim içimi yiyor yazmazsam kafayı yiyeceğim. Sadece beni mi böyle etkiledi bu olay. Ben de mi sorun var.
Gün boyunca normal davranabilmek için dudağımın içini ısırdım yara oldu. Haberleri okurken gözümden akan yaşa engel olamıyorum. Serde erkeklik var ya saklama çabası... Allah'dan gözlük camları büyükte dışa belli etmiyor. Sanki hüngür hüngür ağlasam etrafımdaki insanlar deli dese bir şey değişecek hayatımda. Yorgun, dalgın bir gün... İçe attıkça sarstı beni.
Öğlen iki durak kaçırdım ineceğim yeri. İndiğimde burası neresi dedim çok iyi tanımakla övündüğüm şehrin orta yerinde. Toparlamam uzun sürmedi iyi ki. Tüm gün boyunca kendimi dışarıdan izledim. Çok uzaktım kendime çünkü düşündüğümü hissettiğimi söyleyemiyor yaşayamıyordum. Etrafımda da birilerinin hissettiklerimin birazını bile görsem belki huzur bulacağım...
Sabah sosyal medyada dedim yasım bitene kadar beddua küfür yok diye. Ama bu adamlar yastan, kederden de anlamıyor. Sen bu ülkenin başbakanısın sevilirsin, sevilmezsin. Ama çıkıp cinayeti savunursa, 100 sene önce burada, 50 sene önce şurada şu kadar insan öldü, daha dünya rekorunu Çin'den almadık derse sonrasında dinden, ahlaktan, onurdan, şereften, haysiyetten bahsederse 3-5 kelimeyi de hak eder bence. Ama blogumda onun seviyesine düşmeyeceğim. Bakanların aymaz ifadelerine ise hiç yer vermeyeceğim...
Vakit çok geç değil. Bir hayat bir hayattır. Bazen bir hayat o evin direğiyse birden fazla hayat da eder. Cinayete kurban giden işçi kardeşlerimizin de kemiklerini rahat ettirmek istiyorlarsa yas süresi bitmeden gerekli kanunlar hazırlanır ve meclisten çıkar. Belki gideni geri döndürmez ama gidişlere bir ket vurur.
Daha yazacak çok şey var. Kararan umutlar, kocasız kalan eşler, babasız kalan çocuklar, evlatsız kalan anneler... Tek ortak nokta kalplerdeki acı. Şu an benim kalbimi titreten acı. Ama en acısı da ne biliyor musunuz? Şimdi feryat figan hükümet ıslıklanır, gazeteler, radyolar bangır bangır bağırır, gösteriler olur yürüyüşler olur, olaylar her toplumsal olaydaki gibi kahramanlarını yaratır... Ya sonra 3 gün, 5 gün sonra? Susar herkes. Ölümden bile daha sessiz olur bu konuda. Herkes unutur, hatalar gömülür. İşte esas çaresizlik bu, insanı içten içe kemiren soğukluk bu. Umarım yüzlerce insan boşu boşuna öldü demeyiz. Onların hayatları bir şeyleri değiştirmiş olur...
Gün boyunca normal davranabilmek için dudağımın içini ısırdım yara oldu. Haberleri okurken gözümden akan yaşa engel olamıyorum. Serde erkeklik var ya saklama çabası... Allah'dan gözlük camları büyükte dışa belli etmiyor. Sanki hüngür hüngür ağlasam etrafımdaki insanlar deli dese bir şey değişecek hayatımda. Yorgun, dalgın bir gün... İçe attıkça sarstı beni.
Öğlen iki durak kaçırdım ineceğim yeri. İndiğimde burası neresi dedim çok iyi tanımakla övündüğüm şehrin orta yerinde. Toparlamam uzun sürmedi iyi ki. Tüm gün boyunca kendimi dışarıdan izledim. Çok uzaktım kendime çünkü düşündüğümü hissettiğimi söyleyemiyor yaşayamıyordum. Etrafımda da birilerinin hissettiklerimin birazını bile görsem belki huzur bulacağım...
Sabah sosyal medyada dedim yasım bitene kadar beddua küfür yok diye. Ama bu adamlar yastan, kederden de anlamıyor. Sen bu ülkenin başbakanısın sevilirsin, sevilmezsin. Ama çıkıp cinayeti savunursa, 100 sene önce burada, 50 sene önce şurada şu kadar insan öldü, daha dünya rekorunu Çin'den almadık derse sonrasında dinden, ahlaktan, onurdan, şereften, haysiyetten bahsederse 3-5 kelimeyi de hak eder bence. Ama blogumda onun seviyesine düşmeyeceğim. Bakanların aymaz ifadelerine ise hiç yer vermeyeceğim...
Vakit çok geç değil. Bir hayat bir hayattır. Bazen bir hayat o evin direğiyse birden fazla hayat da eder. Cinayete kurban giden işçi kardeşlerimizin de kemiklerini rahat ettirmek istiyorlarsa yas süresi bitmeden gerekli kanunlar hazırlanır ve meclisten çıkar. Belki gideni geri döndürmez ama gidişlere bir ket vurur.
Daha yazacak çok şey var. Kararan umutlar, kocasız kalan eşler, babasız kalan çocuklar, evlatsız kalan anneler... Tek ortak nokta kalplerdeki acı. Şu an benim kalbimi titreten acı. Ama en acısı da ne biliyor musunuz? Şimdi feryat figan hükümet ıslıklanır, gazeteler, radyolar bangır bangır bağırır, gösteriler olur yürüyüşler olur, olaylar her toplumsal olaydaki gibi kahramanlarını yaratır... Ya sonra 3 gün, 5 gün sonra? Susar herkes. Ölümden bile daha sessiz olur bu konuda. Herkes unutur, hatalar gömülür. İşte esas çaresizlik bu, insanı içten içe kemiren soğukluk bu. Umarım yüzlerce insan boşu boşuna öldü demeyiz. Onların hayatları bir şeyleri değiştirmiş olur...
Erkekler
Çok peşin hükümlüyüm gerçekten. Başladım çerezimi alıp filmi izlemeye. Aslında amacım kafamı dinlendirmekti. Genelde kafam sakinlesin istediğimde ya çizgi film izlerim ya da 3. sınıf bir film. İkisi de düşünmeyi yorumlamayı çok gerektirmez.
Bu gün kafamı dinlendirmeye çok ihtiyacım vardı. Yorucu bir haftayı geride bıraktım ve bir tek elimde pazarım vardı. Tabi alıştım son iki haftadır hafta ortası tatile yoruldu tüm bünye. Biraz uykuyla fiziksel yorgunluğu çözerim de işte kafa yorgunluğu için ya fotoğraf ya da film şart oluyor. Gerçi fotoğraf riskli işler yolunda gitmeyince bir keder çökmüyor değil. Neyse ben bu hafta film izlemeyi tercih ettim. Sinemadayken para vermeye kıyamadığım bir filme denk geldim ve izledim. "Erkekler"
Her erkek ömründe en az bir kere "Erkekler" filmini izlemeli. Afişin üstündeki iki hüsran filmin ardından bunu söyleten yapımcıyı da tebrik etmek lazım. Diyeceksiniz ki kadınlar izlemesin mi? İzlesinler tabi ayrımcılık yok da film erkekler olarak toplu bir öz eleştiri içerisinde. Kadınlar için sadece bir film fakat erkekler için okutulması gereken bir ders adeta.
Yanlışlarımı yüzüme tokat gibi vurdu, aradığımı ve cümlelere dökemediğimi önüme serdi Ali Poyrazoğlu ve ekibi. Gerçekten keyifli bir film olmuş. İzlemek isteyenlere kesinlikle tavsiye ediyorum. Sözlerimi güzel bir Balzac sözü ile sonlandırmak istiyorum. "Aşkın gıdası güvendir..."
Bu gün kafamı dinlendirmeye çok ihtiyacım vardı. Yorucu bir haftayı geride bıraktım ve bir tek elimde pazarım vardı. Tabi alıştım son iki haftadır hafta ortası tatile yoruldu tüm bünye. Biraz uykuyla fiziksel yorgunluğu çözerim de işte kafa yorgunluğu için ya fotoğraf ya da film şart oluyor. Gerçi fotoğraf riskli işler yolunda gitmeyince bir keder çökmüyor değil. Neyse ben bu hafta film izlemeyi tercih ettim. Sinemadayken para vermeye kıyamadığım bir filme denk geldim ve izledim. "Erkekler"
Her erkek ömründe en az bir kere "Erkekler" filmini izlemeli. Afişin üstündeki iki hüsran filmin ardından bunu söyleten yapımcıyı da tebrik etmek lazım. Diyeceksiniz ki kadınlar izlemesin mi? İzlesinler tabi ayrımcılık yok da film erkekler olarak toplu bir öz eleştiri içerisinde. Kadınlar için sadece bir film fakat erkekler için okutulması gereken bir ders adeta.
Yanlışlarımı yüzüme tokat gibi vurdu, aradığımı ve cümlelere dökemediğimi önüme serdi Ali Poyrazoğlu ve ekibi. Gerçekten keyifli bir film olmuş. İzlemek isteyenlere kesinlikle tavsiye ediyorum. Sözlerimi güzel bir Balzac sözü ile sonlandırmak istiyorum. "Aşkın gıdası güvendir..."
Anneler Günü
En pahalı hediye en güzel hediye mantığında olanlar, sadece anneler gününde annesine güzel söz söyleyenler (tüm gün bile değil sadece kutlarken), günü kurtarmak için ufak süprizler hazırlayanlar, hiç böyle bir gün yokmuş gibi davrananlar, benim annem zaten bu tarz günleri ve kutlamaları sevmez diyenler... Türlü türlü evlat var. Bunların hepsi de eyvallah denecek evlatlar aslında. Anne babasına kötü davranan, onları yanında istemeyen evlatların yaşadığı bir çağda yaşıyoruz maalesef.
Ben hangi evlat kategorisine giriyorum acaba merak ediyorum. Belki hepsine belki de hiç birine. Ama hangi tip çocuk olmak istediğimi gayet iyi biliyorum. Olamayacağımı da biliyorum. Çünkü büyüdük ve kirlendik. Çocukluğumuzdaki saf duygularımız yok artık. Sadece annelerimize de değil üstelik.
Basit bir resim ile kutladığımız günler... Ne kadar geride kaldılar değil mi ? O saflık, o temiz sevgi... Hani diyoruz ya dünyanın en zor işidir anne-baba olma. Belki de bu kadar zor bir işin mükafatı bu sonsuz sevgi. O anki duygularımızı belki hatırlayamayacağız ya da ne bileyim o anki kadar saf olmayacak belki sevgimiz. En azından bu özel günde hatırlayalım o günleri. Nasıl sevdiğimizi. Yapamasak da o saf sevgimizi taklit edelim.
Yapamayacağım bir şeyi tavsiye etmiyorumdur umarım. Tüm annelerin anneler gününü kutlar, sevgi dolu, çocuklarıyla birlikte bir ömür dilerim...
Ben hangi evlat kategorisine giriyorum acaba merak ediyorum. Belki hepsine belki de hiç birine. Ama hangi tip çocuk olmak istediğimi gayet iyi biliyorum. Olamayacağımı da biliyorum. Çünkü büyüdük ve kirlendik. Çocukluğumuzdaki saf duygularımız yok artık. Sadece annelerimize de değil üstelik.
Basit bir resim ile kutladığımız günler... Ne kadar geride kaldılar değil mi ? O saflık, o temiz sevgi... Hani diyoruz ya dünyanın en zor işidir anne-baba olma. Belki de bu kadar zor bir işin mükafatı bu sonsuz sevgi. O anki duygularımızı belki hatırlayamayacağız ya da ne bileyim o anki kadar saf olmayacak belki sevgimiz. En azından bu özel günde hatırlayalım o günleri. Nasıl sevdiğimizi. Yapamasak da o saf sevgimizi taklit edelim.
Yapamayacağım bir şeyi tavsiye etmiyorumdur umarım. Tüm annelerin anneler gününü kutlar, sevgi dolu, çocuklarıyla birlikte bir ömür dilerim...
Odaksız
İnsan bazen sorunlarıyla yüzleşemez. En azından sesli yada yazılı olarak dile getiremez. Bu da benim hayattaki en büyük sorunum olsa gerek... "Odaksızlık"
Farklı bir pencereye geçeyim hemencecik. Çok odaklı da diyebilirsiniz benim sorunuma. Sonuçta net bir odağın olmadığı anlamına gelir. Kimileri bendeki bu hatayı övmek için bu söz grubunu sever. "Çok odaklı"
Kendimi keşfetmeye başladığım yıllardan bu yana haberdarım aslında. Kimi zaman sorun olarak gördüm kimi zaman da bu yanımı övenlerin akımına uydum. Ama şu basit blogda bile görebilirsiniz. Odaklanamıyorum her şey bulanık, her şey dağınık. Konu bütünlüğü yok. Bir gün bu soruna çözüm olacak bir gözlük ile tanışır mıyım bilinmez. Ama net olarak şunu biliyorum ki bu bende kalıcı bir hasar. Dışarıdan müdahale edilmeksizin düzelmez. Ameliyat istemem herhalde, ilacı sevmem, geriye tek seçenek olan gözlük kalıyor. Peki nereden nasıl bulacağım hayatıma uyan gözlüğü?
Gözlerimiz için gözlük seçerken dahi binbir sorun çıkabilir. Göz kabul etmez, burun kemiğini zorlar, baş ağrısı yapar... Sadece gözümüz için bile doğru gözlüğü bulmak bu kadar sıkıntılıyken nasıl başarıp da hayat gözlüğümü bulurum inanın bilmiyorum. Şu metni annem okusa evlenmek mi istiyorsun oğlum diye sorardı muhtemelen. Belki de okuyanların çoğunluğu bu gözlük metaforunu bir dişi olarak, bir eş olarak görebilir. Hoş hepi topu kaç kişi okuyorsa. Ama bu yanıltıcı bir kısıtlama olur. Yeri geliyor okuduğum bir kitap, yeri geliyor dinlediğim bir müzik ne bileyim yeri geliyor baba nasihatı bile bir gözlüğe bürünüp hayatı netliyor. Ama bu yetmiyor. Hayata tutunmak istiyorsan çok daha fazlasını yapman gerekiyor.
Tutunamayanları bitirdiğin gün tutunmak üzerine çabalar gösterdiğini söylemek nasıl bir yüzsüzlüktür bilmiyorum artık. Yorum sizin. Sigara içen büyüğün küçüğüne "Sigara içme." diye nasihat etmesi gibi kalacak şu sözlerim. Ama siz siz olun net bir hedefe yürüyün. İzleri çok takip etmeyin. Tercih edin ama takip etmeyin dersem daha doğru olur. Eğer net bir hedefiniz yoksa araf en uğrak mekanınız olur. Güzel günler dilerim...
Farklı bir pencereye geçeyim hemencecik. Çok odaklı da diyebilirsiniz benim sorunuma. Sonuçta net bir odağın olmadığı anlamına gelir. Kimileri bendeki bu hatayı övmek için bu söz grubunu sever. "Çok odaklı"
Kendimi keşfetmeye başladığım yıllardan bu yana haberdarım aslında. Kimi zaman sorun olarak gördüm kimi zaman da bu yanımı övenlerin akımına uydum. Ama şu basit blogda bile görebilirsiniz. Odaklanamıyorum her şey bulanık, her şey dağınık. Konu bütünlüğü yok. Bir gün bu soruna çözüm olacak bir gözlük ile tanışır mıyım bilinmez. Ama net olarak şunu biliyorum ki bu bende kalıcı bir hasar. Dışarıdan müdahale edilmeksizin düzelmez. Ameliyat istemem herhalde, ilacı sevmem, geriye tek seçenek olan gözlük kalıyor. Peki nereden nasıl bulacağım hayatıma uyan gözlüğü?
Gözlerimiz için gözlük seçerken dahi binbir sorun çıkabilir. Göz kabul etmez, burun kemiğini zorlar, baş ağrısı yapar... Sadece gözümüz için bile doğru gözlüğü bulmak bu kadar sıkıntılıyken nasıl başarıp da hayat gözlüğümü bulurum inanın bilmiyorum. Şu metni annem okusa evlenmek mi istiyorsun oğlum diye sorardı muhtemelen. Belki de okuyanların çoğunluğu bu gözlük metaforunu bir dişi olarak, bir eş olarak görebilir. Hoş hepi topu kaç kişi okuyorsa. Ama bu yanıltıcı bir kısıtlama olur. Yeri geliyor okuduğum bir kitap, yeri geliyor dinlediğim bir müzik ne bileyim yeri geliyor baba nasihatı bile bir gözlüğe bürünüp hayatı netliyor. Ama bu yetmiyor. Hayata tutunmak istiyorsan çok daha fazlasını yapman gerekiyor.
Tutunamayanları bitirdiğin gün tutunmak üzerine çabalar gösterdiğini söylemek nasıl bir yüzsüzlüktür bilmiyorum artık. Yorum sizin. Sigara içen büyüğün küçüğüne "Sigara içme." diye nasihat etmesi gibi kalacak şu sözlerim. Ama siz siz olun net bir hedefe yürüyün. İzleri çok takip etmeyin. Tercih edin ama takip etmeyin dersem daha doğru olur. Eğer net bir hedefiniz yoksa araf en uğrak mekanınız olur. Güzel günler dilerim...
Oğuz Atay - Tutunamayanlar
Bilmiyorum bu kitabı eleştirebilecek bilgi, birikim ve deneyimim var mı. Aslın da bal gibi de biliyorum fakat itirafı çok da kolay olmuyor. Kitap hakkında yorum yapmam pek de doğru olmayacak ama henüz okumamış olanlar için de 3-5 kelime söylemem herhalde kazanımlarımın zekatı olacak.
Kitabı okumaya kalkacaksanız baştan bilmelisiniz ki sade, akıcı, anlaşılır bir dil beklemeyin asla. Açılışta bir çok karakter ile kafa bulandırsa da sonra her şey yerine oturuyor. Kesinlikle bir yazar bilgi ve deneyimiyle yazılmış bir kitap değil. Her sözünün altında ek bir anlam aramalı mısınız? Evet aramalısınız. Belli bir noktada kitaptan kopacaksınız. Sabırlı olmalısınız ve okumaya devam etmelisiniz. Gerçekten ne hayal ne gerçek hangisi kimin hayali hepsi birbirine giriyor. Bu karmaşadan sağ çıkmak zor.
En önemli uyarıyı çok da sona atmak istemiyorum. Eğer intihara meyilliyseniz ve kitabı sonuna kadar okumaya iradeniz olmayacaksa sakın ha sakın başlamayın kitaba. İşin garip tarafı intihar fikriniz yoksa ama hayata daha zayıf tutunanlardansanız bu kitap hayat ile aranızı yapacak bir çöpçatan kisvesine bürünüyor adeta. Yazan kişinin zekasını her an görmek mümkün. Keşke daha kolay bir dille anlatsaydı dedirtmiyor değil.
Yorumlarda tutarsız oldu ama ne yapabilirim ki. Kitap tutarlı değildi ayrı ayrı günlerde çekilen dizilerin bölümleri gibi dengesiz bölümleri vardı. İnişler çıkışlar... Bittiğinde sevdiğim bir dizi bitmişcesine boşluğa düşmem de bundan kaynaklanabilir. Eeee haftaya yeni bölüm oynamayacak mı şimdi demedim desem yalan olur. Zaten 3 ayı geçkin bir sürede okuduğum için hayatıma sekron olmuştu.
Bütün aksiliklere, kötü yorumlarıma rağmen kitap bittiğinde ilk sayfaya dönüp yeniden okumaya başlamamak için zor tuttum kendimi. Bu seferlik engel olsam da ömrüm yeterse bir kez daha okuyacağıma eminim. Bu arada instagramdaki bir yanlış anlaşılmayı düzelterek bitireyim yazımı. Ben uzun yıllar süren bir eğitim hayatına halen devam etmekte olan bir mühendis adayıyım. Bir mühendisi en iyi mühendis anlar sözüm hani karşımdaki meslekleri küçümseme olarak anlaşılmış ama kesinlikle böyle bir niyetim yok. Sırf mesleklerini üstün gördükleri için doktorlara bozukken bunu yapmam haksızlık olurdu. Ama şu bir gerçek mühendislik eğitimi alan kişilerin beyni biraz farklı çalışır. Kesinlikle daha iyi demem ama iki nokta arasındaki en kısa yolu bulmak için programlanmıştır mühendisler. Asla söyleyeceklerini direk olarak söylemeyi tercih etmezler. Biraz sıkıntılı tiplerdir anlayacağınız. İşte tüm bu saydıklarımdan ötürü bu kitabı en iyi mühendisler yorumlar. Kafa aynı şekilde çalışıyor yazar ile yapacak bir şey yok. Eğer kırdıysam saygısızlık ettiysem özür dilerim. Okumak isteyenlere keyfli aylar dilerim. En azından sindire sindire okumanızı tavsiye ederim...
Kitabı okumaya kalkacaksanız baştan bilmelisiniz ki sade, akıcı, anlaşılır bir dil beklemeyin asla. Açılışta bir çok karakter ile kafa bulandırsa da sonra her şey yerine oturuyor. Kesinlikle bir yazar bilgi ve deneyimiyle yazılmış bir kitap değil. Her sözünün altında ek bir anlam aramalı mısınız? Evet aramalısınız. Belli bir noktada kitaptan kopacaksınız. Sabırlı olmalısınız ve okumaya devam etmelisiniz. Gerçekten ne hayal ne gerçek hangisi kimin hayali hepsi birbirine giriyor. Bu karmaşadan sağ çıkmak zor.
En önemli uyarıyı çok da sona atmak istemiyorum. Eğer intihara meyilliyseniz ve kitabı sonuna kadar okumaya iradeniz olmayacaksa sakın ha sakın başlamayın kitaba. İşin garip tarafı intihar fikriniz yoksa ama hayata daha zayıf tutunanlardansanız bu kitap hayat ile aranızı yapacak bir çöpçatan kisvesine bürünüyor adeta. Yazan kişinin zekasını her an görmek mümkün. Keşke daha kolay bir dille anlatsaydı dedirtmiyor değil.
Yorumlarda tutarsız oldu ama ne yapabilirim ki. Kitap tutarlı değildi ayrı ayrı günlerde çekilen dizilerin bölümleri gibi dengesiz bölümleri vardı. İnişler çıkışlar... Bittiğinde sevdiğim bir dizi bitmişcesine boşluğa düşmem de bundan kaynaklanabilir. Eeee haftaya yeni bölüm oynamayacak mı şimdi demedim desem yalan olur. Zaten 3 ayı geçkin bir sürede okuduğum için hayatıma sekron olmuştu.
Bütün aksiliklere, kötü yorumlarıma rağmen kitap bittiğinde ilk sayfaya dönüp yeniden okumaya başlamamak için zor tuttum kendimi. Bu seferlik engel olsam da ömrüm yeterse bir kez daha okuyacağıma eminim. Bu arada instagramdaki bir yanlış anlaşılmayı düzelterek bitireyim yazımı. Ben uzun yıllar süren bir eğitim hayatına halen devam etmekte olan bir mühendis adayıyım. Bir mühendisi en iyi mühendis anlar sözüm hani karşımdaki meslekleri küçümseme olarak anlaşılmış ama kesinlikle böyle bir niyetim yok. Sırf mesleklerini üstün gördükleri için doktorlara bozukken bunu yapmam haksızlık olurdu. Ama şu bir gerçek mühendislik eğitimi alan kişilerin beyni biraz farklı çalışır. Kesinlikle daha iyi demem ama iki nokta arasındaki en kısa yolu bulmak için programlanmıştır mühendisler. Asla söyleyeceklerini direk olarak söylemeyi tercih etmezler. Biraz sıkıntılı tiplerdir anlayacağınız. İşte tüm bu saydıklarımdan ötürü bu kitabı en iyi mühendisler yorumlar. Kafa aynı şekilde çalışıyor yazar ile yapacak bir şey yok. Eğer kırdıysam saygısızlık ettiysem özür dilerim. Okumak isteyenlere keyfli aylar dilerim. En azından sindire sindire okumanızı tavsiye ederim...
Sinirlendirme, Sinir Bozma!
Bir çok özelliğimden birisidir sinirlendirme sanatı. Karşımdakini çok kolay kızdırabilirim. Ki bazı insanların hassasiyetleri işimi iyiden iyiye kolaylaştırır.
Kimi insanları asla kızdırmam. Sinirlenecekleri en ufak şey söylemem. Bunun iki sebebi olabilir. Ya karşımdaki kişinin beni tanıdığına emin değilimdir, onu kaybetmek istemiyorumdur, ya da hiç umursamıyorumdur. İlk seçenek pek nadir de olsa vardır.
Sinirlendirdiğim insanlar bundan hoşlanıyor mu?Aslında gerçek duygu ve düşüncülerimi ya da ne bileyim amacımı bilseler kiç bana kızmazlar alınmazlar. Tam aksine sevinebilirler. Neden mi çünkü eğer bir kişiyi kızdırabiliyorsam, o kişi beni önemsiyordur. Onun yanında benim ve sözlerimin değeri vardır. Kızdırabildiğim insanlar bu sebepten benim için çok değerlidir. Önemsenmemek büyük bir fobi gerçekten. Bu yazıyı yazmışken tüm sinirlendirdiklerimden de özür diliyeyim. Hani özürlük bir durum yok ortada biliyorum fakat ne bileyim bazen dilimin ayarı olmayabiliyor. Ya da karşımdaki kişi bu ufak yüklenmeleri artniyetli bulabiliyor. Özür dilemek bir elalem ne der kaygısı burada sadece.
İnsanlara verdiğim değer scalaları gerçekten biraz aykırı. Bunu kabul ediyorum. Fakat benim yanım da olan insanların da düz mantıklarla bana yaklaşılmaması gerektiğini bilmesi gerek. Memleketimin güzel bir sözü ile bitireyim bu yazıyı da. "Eyi olur zaar."
Kimi insanları asla kızdırmam. Sinirlenecekleri en ufak şey söylemem. Bunun iki sebebi olabilir. Ya karşımdaki kişinin beni tanıdığına emin değilimdir, onu kaybetmek istemiyorumdur, ya da hiç umursamıyorumdur. İlk seçenek pek nadir de olsa vardır.
Sinirlendirdiğim insanlar bundan hoşlanıyor mu?Aslında gerçek duygu ve düşüncülerimi ya da ne bileyim amacımı bilseler kiç bana kızmazlar alınmazlar. Tam aksine sevinebilirler. Neden mi çünkü eğer bir kişiyi kızdırabiliyorsam, o kişi beni önemsiyordur. Onun yanında benim ve sözlerimin değeri vardır. Kızdırabildiğim insanlar bu sebepten benim için çok değerlidir. Önemsenmemek büyük bir fobi gerçekten. Bu yazıyı yazmışken tüm sinirlendirdiklerimden de özür diliyeyim. Hani özürlük bir durum yok ortada biliyorum fakat ne bileyim bazen dilimin ayarı olmayabiliyor. Ya da karşımdaki kişi bu ufak yüklenmeleri artniyetli bulabiliyor. Özür dilemek bir elalem ne der kaygısı burada sadece.
İnsanlara verdiğim değer scalaları gerçekten biraz aykırı. Bunu kabul ediyorum. Fakat benim yanım da olan insanların da düz mantıklarla bana yaklaşılmaması gerektiğini bilmesi gerek. Memleketimin güzel bir sözü ile bitireyim bu yazıyı da. "Eyi olur zaar."
(Eyi: İyi ; Zaar: Sanmak, sanı.)
İdam !
Aslen hümanist bir insanım ölümlere karşıyım. Sadece hümanist de değil hani. Benim için yaşamına değer verilmesi için insan olması değil, yaşıyor olması kafi.
İdam başlığında bir yazı ne alaka? Tüm bu iyimserliğimin yanında idamın geri gelmesini savunuyor olmam çok acı. Belki 50 sene önce yaşasam idamı savunmazdım. Fakat bu kadar yozlaşmışlığın içinde idamın var olmasını istememek insanlık dışı bence. Hani hakaret olsun diye söylemiyorum. Eğer idam, suçsuz günahsız bir insanın daha önceki insanın yaşadığı kötülükleri engelleyecekse bence gayet pozitif bir kanı. Nedir bu kötülükler mesela. Öncelikle çocuk istismarı! Sadece cinsel istismar da değil maalesef. Daha çirkin ne olabilir ki diyebilirsiniz. Artık aileler intikam almak için çocukları ve kadınları kullanıyor. Bir çocuğun canını alarak alınacak bir intikam nasıl bir duygudur. Böyle bir haysiyetsizlikle insan nasıl onurunu temizleyeceğini hayal eder. Hoş yaşı ve cinsiyeti önemsemeksizin ölüm nasıl bir onur konusu olabilir izah etmesi imkansız.
Son günlerde gerçekten gazete okumaya korkuyorum. Çirkinlikler diz boyu. Ya ülkemi bölmeyi amaçlayan şeref yoksunlarının televizyonda bangır bangır propagandalarını ya şiddet gören kadınlar ya şiddet gören protestocular ya da kaybolup ölü bulunan evlatlar. İnsanın içi parçalanıyor. Düşünüyorum da ilk haberi televizyonda dinlediğimizde, haberin sonunda katilin idam edildiği de canlı canlı yayınlasa diğer çocuklar kurtulabilir miydi. Milyonda bir ihtimal için idamın geri gelmesini desteklerdim.
Korku her zaman elde patlayan bir yönetim şekli olmuştur, sadece günü kurtarmıştır. Evet bunları biliyorum. Ama ölen, tecavüze uğrayan yavruları görünce kayıtsız kalındığını görmem içler acısı. Hadi duymadım deyin: " Hapishaneye girince sen tecavüzcülere neler yapıyorlar biliyor musun?" Bu nasıl bir züğürt tesellisidir. Sadece çocuklar da değil kadınlarda bu sorunlardan muzdarip.
Her suç için olmasa da idam gelmeli. Belki bir insanın hayatına son verilmesi kötü olarak görünebilir. Fakat tüm bu sapıklıkları dizginleyecekse bir saniye bile durulmasın gelsin idam cezası.
Umarım bir gün çirkinliklerin tarihten okuduğu bir dünya var olur...
İdam başlığında bir yazı ne alaka? Tüm bu iyimserliğimin yanında idamın geri gelmesini savunuyor olmam çok acı. Belki 50 sene önce yaşasam idamı savunmazdım. Fakat bu kadar yozlaşmışlığın içinde idamın var olmasını istememek insanlık dışı bence. Hani hakaret olsun diye söylemiyorum. Eğer idam, suçsuz günahsız bir insanın daha önceki insanın yaşadığı kötülükleri engelleyecekse bence gayet pozitif bir kanı. Nedir bu kötülükler mesela. Öncelikle çocuk istismarı! Sadece cinsel istismar da değil maalesef. Daha çirkin ne olabilir ki diyebilirsiniz. Artık aileler intikam almak için çocukları ve kadınları kullanıyor. Bir çocuğun canını alarak alınacak bir intikam nasıl bir duygudur. Böyle bir haysiyetsizlikle insan nasıl onurunu temizleyeceğini hayal eder. Hoş yaşı ve cinsiyeti önemsemeksizin ölüm nasıl bir onur konusu olabilir izah etmesi imkansız.
Son günlerde gerçekten gazete okumaya korkuyorum. Çirkinlikler diz boyu. Ya ülkemi bölmeyi amaçlayan şeref yoksunlarının televizyonda bangır bangır propagandalarını ya şiddet gören kadınlar ya şiddet gören protestocular ya da kaybolup ölü bulunan evlatlar. İnsanın içi parçalanıyor. Düşünüyorum da ilk haberi televizyonda dinlediğimizde, haberin sonunda katilin idam edildiği de canlı canlı yayınlasa diğer çocuklar kurtulabilir miydi. Milyonda bir ihtimal için idamın geri gelmesini desteklerdim.
Korku her zaman elde patlayan bir yönetim şekli olmuştur, sadece günü kurtarmıştır. Evet bunları biliyorum. Ama ölen, tecavüze uğrayan yavruları görünce kayıtsız kalındığını görmem içler acısı. Hadi duymadım deyin: " Hapishaneye girince sen tecavüzcülere neler yapıyorlar biliyor musun?" Bu nasıl bir züğürt tesellisidir. Sadece çocuklar da değil kadınlarda bu sorunlardan muzdarip.
Her suç için olmasa da idam gelmeli. Belki bir insanın hayatına son verilmesi kötü olarak görünebilir. Fakat tüm bu sapıklıkları dizginleyecekse bir saniye bile durulmasın gelsin idam cezası.
Umarım bir gün çirkinliklerin tarihten okuduğu bir dünya var olur...
Erken Tanı!!!
Genç, yaşlı, iyi, kötü, güzel, çirkin... demiyor hastalıklar. Her hastalık kötü, keşke hiçbiri olmasa. Meme kanseri ise hastalıkların içinde en acımasızı. Niye böyle dedim? Dedim ya tüm hastalıklar kötü. Bir çoğu da belki ölümcül. Ama bu hastalık o kadar yaygınlaştı ki. Grip gibi, nezle gibi... Her an herkeste çıkabilirmişçesine sıradan, ölüm kadar soğuk bir hastalık. Çoğu şans eseri farkedilecek kadar acımasız.
Bu hastalıkla ilgili onca gün varken neden bu yazı bugün yazıldı dersiniz belki. Demeseniz de açıklayacağım ya zaten neyse. Dedim ya söze başlarken genç, yaşlı ayırt etmiyor bu soğuk hastalık. İşte ayırt etmedi. Arkadaşımızı erkenden aldı bu dünyadan. Diğer insanlardan o kadar farklı o kadar hayat doluydu ki öleceğine inanmak gerçekten zor. Hani internet üzerinden tanıdığım bir insan olduğu için olmaz olası sapıklar yüzünden internetten uzaklaştı demek geliyor içimden. Ama olmuyor. Ölümle savaşırken bile hayat dolu olan bir insan gerçekten çok acı.
Bugün Eser'in doğum günü. Kutlayabilmeyi çok isterdim. Uzunca bir mail yazmayı ve onun yazdığım mailin her cümlesini ayrı ayrı incelemesini çok isterdim. Ama olmadı. Belki şu yazıyı okuyan birisi gidip kontol yaptırır ve erken teşhisine sebep olurum ve biliyorum ki eğer öteki taraftan bizi görebiliyorsa bu ona en güzel doğum günü hediyesi olur.
Doğum günün kutlu olsun Eser. Hiç yakıştıramasam da bu sözü sana söylemeye mekanın cennet olsun...
Bu hastalıkla ilgili onca gün varken neden bu yazı bugün yazıldı dersiniz belki. Demeseniz de açıklayacağım ya zaten neyse. Dedim ya söze başlarken genç, yaşlı ayırt etmiyor bu soğuk hastalık. İşte ayırt etmedi. Arkadaşımızı erkenden aldı bu dünyadan. Diğer insanlardan o kadar farklı o kadar hayat doluydu ki öleceğine inanmak gerçekten zor. Hani internet üzerinden tanıdığım bir insan olduğu için olmaz olası sapıklar yüzünden internetten uzaklaştı demek geliyor içimden. Ama olmuyor. Ölümle savaşırken bile hayat dolu olan bir insan gerçekten çok acı.
Bugün Eser'in doğum günü. Kutlayabilmeyi çok isterdim. Uzunca bir mail yazmayı ve onun yazdığım mailin her cümlesini ayrı ayrı incelemesini çok isterdim. Ama olmadı. Belki şu yazıyı okuyan birisi gidip kontol yaptırır ve erken teşhisine sebep olurum ve biliyorum ki eğer öteki taraftan bizi görebiliyorsa bu ona en güzel doğum günü hediyesi olur.
Doğum günün kutlu olsun Eser. Hiç yakıştıramasam da bu sözü sana söylemeye mekanın cennet olsun...
Divergent - Uyumsuz
Mecburiyetten film izlenir mi? İzlenir. Eğer vakit darlığınız varsa ve birine söz verdiyseniz o saat aralığına hangi film konulmuşsa mecbur onu izlemek zorunda kalırsınız. Sizin başınıza geldi mi bilmem ama benim başıma çok sık geliyor son zamanlarda.
Genel olarak mecburi girdiğim filmleri beğenmem. Hep Murphy yüzünden galiba. Ama bu gün resmi tatil olmasından dolayı mıdır bilinmez Murphy Kanunları işlemedi. Güzel bir uyarlama. Gerçi uyarlama olduğunu eve geldiğimde öğrendim. Bir kitap serisinden alınmış senaryo.
Standart aksiyon filmlerinden sıyrılmış, kurgusu oturaklı, karakter seçimleri isabetli bir film olmuş. Aslında bilim-kurgu standartlarını çok zorlamamış belli kalıplara oturtulmuş ama olsun abartıya kaçılmaması ve efektlere boğulmaması hoşuma gitti.
Değerlendirilmelerin biraz yüksek tutulması muhtemelen aniden girdiğim ve beklentimin sıfırın altında olmasından kaynaklanmaktadır. Kesinlikle sinemada izleyin diyebileceğim bir film olmasa da verdiğiniz paraya yazık da olmaz.
Sonuç olarak film benden 7/10 gibi yüksek bir geçer not aldı. İzleyecek olanlara keyifli seyirler dilerim.
Genel olarak mecburi girdiğim filmleri beğenmem. Hep Murphy yüzünden galiba. Ama bu gün resmi tatil olmasından dolayı mıdır bilinmez Murphy Kanunları işlemedi. Güzel bir uyarlama. Gerçi uyarlama olduğunu eve geldiğimde öğrendim. Bir kitap serisinden alınmış senaryo.
Standart aksiyon filmlerinden sıyrılmış, kurgusu oturaklı, karakter seçimleri isabetli bir film olmuş. Aslında bilim-kurgu standartlarını çok zorlamamış belli kalıplara oturtulmuş ama olsun abartıya kaçılmaması ve efektlere boğulmaması hoşuma gitti.
Değerlendirilmelerin biraz yüksek tutulması muhtemelen aniden girdiğim ve beklentimin sıfırın altında olmasından kaynaklanmaktadır. Kesinlikle sinemada izleyin diyebileceğim bir film olmasa da verdiğiniz paraya yazık da olmaz.
Sonuç olarak film benden 7/10 gibi yüksek bir geçer not aldı. İzleyecek olanlara keyifli seyirler dilerim.
İtirazım Var !!!
Aylardır beklediğim film sonunda vizyona girdi. Bir gün gecikmeli de olsa izleme şansını yakaladım. Eğer izleme listenizde yoksa muhakkak eklemenizi tavsiye ederim çünkü gerçekten izlemek şans.
İlk başta pek bilgim olmasa da işin teknik konusunu eleştireyim biraz. Eleştiri dediysem olumsuz bir şey beklemeyin. Zira düşük bütçeli bir film beklememe rağmen gayet iyi kalitede çekim yapılmış. Kameramanların işçiliğine hayran kaldım. Fragmanlarda gördüğüm "Panzehir" filmi de kameralar yönünden başarılıydı. Demek ki ben Türk filmleri hakkında ön yargı edindim edineli sektörde baya ilerleme var . Müzik ve sahneler de yerli yerinde bence çıkıntı yok. Haa filmin ana müziği "İtirazım Var" biraz da iyi bir ses tarafından okunabilirdi ama çok da sırıtmamış.
Gelelim filme. Cinemaximum reklamlarıyla her ne kadar çileden çıkardıysa film girer girmez toparladı o havayı. Gülmeceli, düşündürücü, şaşırtıcı, absürt... bir film sizi bekliyor. 13 yaş altı çocuklara tavsiye etmiyorum. Hani erotizm yok ama bir iki şiddet-kan içeren sahne ve argo mevcut. Haa ben çocuğuma doğruyu yanlışı ayırt etmeyi öğrettim derseniz bu saçma tavsiyeyi duymaya da bilirsiniz.
İçerikle ilgili pot kırmamak için fazla kasıyorum kendimi. Arada ne yazıyorum acaba ben dediğim oldu. Ama toparlayacak olursak film on üzerinden dokuzu benden çok rahat alır. On alabilirdi belki ama ufak tefek atlanan kısımlar ve iki kötü oyunculuk puan kırdı. Büşra Pekin niye bu filme layık görüldü hala çözemedim. Avukat rolü de harcanmıştı. Komedi filmlerindeki son zamanlarda bulunan Sırrı Süreyya Önder hayranlığını da çözemedim bir türlü. Gerçi bu tam da komedi sayılmaz. Hem siyasi hem de terör örgütü sempatizanı bir adama bu rolün verilmesi üzdü beni...
Kişisel nüansları bir tarafa bıraktığımızda film hafta sonuma neşe kattı. Bir sonraki seansta kuzenimgillerle de girmemek için zor tuttum kendimi. DVDsi çıkar çıkmaz yeniden izleyeceğim. Ama bu sefer elimde not defteriyle izleyeceğim muhakkak. Umarım telif hakkı anlayışı önümüzdeki yıllarda bir an önce değişir de parasını verip izlediğim filmi yeniden izlemek için aylarca beklemem...
İlk başta pek bilgim olmasa da işin teknik konusunu eleştireyim biraz. Eleştiri dediysem olumsuz bir şey beklemeyin. Zira düşük bütçeli bir film beklememe rağmen gayet iyi kalitede çekim yapılmış. Kameramanların işçiliğine hayran kaldım. Fragmanlarda gördüğüm "Panzehir" filmi de kameralar yönünden başarılıydı. Demek ki ben Türk filmleri hakkında ön yargı edindim edineli sektörde baya ilerleme var . Müzik ve sahneler de yerli yerinde bence çıkıntı yok. Haa filmin ana müziği "İtirazım Var" biraz da iyi bir ses tarafından okunabilirdi ama çok da sırıtmamış.
Gelelim filme. Cinemaximum reklamlarıyla her ne kadar çileden çıkardıysa film girer girmez toparladı o havayı. Gülmeceli, düşündürücü, şaşırtıcı, absürt... bir film sizi bekliyor. 13 yaş altı çocuklara tavsiye etmiyorum. Hani erotizm yok ama bir iki şiddet-kan içeren sahne ve argo mevcut. Haa ben çocuğuma doğruyu yanlışı ayırt etmeyi öğrettim derseniz bu saçma tavsiyeyi duymaya da bilirsiniz.
İçerikle ilgili pot kırmamak için fazla kasıyorum kendimi. Arada ne yazıyorum acaba ben dediğim oldu. Ama toparlayacak olursak film on üzerinden dokuzu benden çok rahat alır. On alabilirdi belki ama ufak tefek atlanan kısımlar ve iki kötü oyunculuk puan kırdı. Büşra Pekin niye bu filme layık görüldü hala çözemedim. Avukat rolü de harcanmıştı. Komedi filmlerindeki son zamanlarda bulunan Sırrı Süreyya Önder hayranlığını da çözemedim bir türlü. Gerçi bu tam da komedi sayılmaz. Hem siyasi hem de terör örgütü sempatizanı bir adama bu rolün verilmesi üzdü beni...
Kişisel nüansları bir tarafa bıraktığımızda film hafta sonuma neşe kattı. Bir sonraki seansta kuzenimgillerle de girmemek için zor tuttum kendimi. DVDsi çıkar çıkmaz yeniden izleyeceğim. Ama bu sefer elimde not defteriyle izleyeceğim muhakkak. Umarım telif hakkı anlayışı önümüzdeki yıllarda bir an önce değişir de parasını verip izlediğim filmi yeniden izlemek için aylarca beklemem...
Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde
Bir süredir pek yazamıyorum. Biraz hevesim kırıldı galiba. Tabi bir de çok yoğun bir hayata merhaba dememin de etkisi var. Vücut saatinin alışması zaman alabiliyor. Bu arada maalesef kitap okumam da yavaşladı. Ama çok şükür ki durmadı. Geç kazandığım güzel alışkanlığımı kaybetmeyi istemem doğrusu.
Bu kadar gevezelik yeter zannımca. Biraz da kitaptan bahsedelim. Mahir Ünsal Eriş... Kimdir, necidir, nerelidir... şu anda bu yazıyı okuyabiliyorsanız google amcayı da keşif etmiş ve bu bilgilere de kolaylıkla ulaşabilirsiniz zannımca. Sağ olsun banu_kryl hanım tavsiye etti bu kitabı. Daha doğrusu kapağı beğenince fikir sordum diyelim. Beni oku diyen bir kapağı mevcut. Geçmişe özlem duyan ben çok büyük bir hayal ile aldım bu kitabı. Bu sözden sanki bir hayal kırıklığı yaşandığı anlaşılıyor fakat yanlış da anlaşılmasın. Evet çok büyük bir hayal kırıklığı yaşadım. Fakat kesinlikle kaliteden ötürü değil. Ben daha çok 80'ler 90'larda yaşamış bir roman yazarının basit sade ve hayat dolu bir gençliğini bekliyordum. Teknolojinin hayal gücünü baltalamadığı devirlerde neler hayal ettiğini okuyacağımı bekliyordum. Fakat biraz farklı oldu beklediklerim ve aldıklarım. Eğer ki henüz başlamadıysanız mutlaka okumanızı tavsiye ederim. Tabi güzel güzel efkarlanmak istiyorsanız. Kitap kısa kısa ama acı acı hikayelerden oluşuyor. Sondan bir önceki bölümde o kadar kendimi tutmama rağmen bir kaç göz yaşına mani olamadım. Neyse daha fazla içeriğe girip sizin heyecanınızı bastırmayayım eğer okumaya karar verdiyseniz. Kitap benden 8/10 puan aldı. Dili akıcı, betimlemeleri açık ve ferah (acı bir roman için beklenmedik kadar ferah), cümleler düzgün ve anlaşılır. Zemin ve hava şartları futbol için müsait derler ya hani işte bu kitap da bir fincan kahve ve güzel bir müzikle saatlerce sizi alıkoymaya müsait. Arada kaptan durakta inecek var diyebilirsiniz biraz arabesk olduğundan.
Benim okumaktan beklentimi karşılayan bir kitap oldu. Bu sebepten tavsilerim arasına girmeye hak kazandı. Bir de müzik tavsiyesi ile bu yazıyı artık bitireyim. Sondan bir önceki bölümde "Vangelis-La Petite Fille De La Mer " parçasını dinlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum. Esen kalın efendim.
Bu kadar gevezelik yeter zannımca. Biraz da kitaptan bahsedelim. Mahir Ünsal Eriş... Kimdir, necidir, nerelidir... şu anda bu yazıyı okuyabiliyorsanız google amcayı da keşif etmiş ve bu bilgilere de kolaylıkla ulaşabilirsiniz zannımca. Sağ olsun banu_kryl hanım tavsiye etti bu kitabı. Daha doğrusu kapağı beğenince fikir sordum diyelim. Beni oku diyen bir kapağı mevcut. Geçmişe özlem duyan ben çok büyük bir hayal ile aldım bu kitabı. Bu sözden sanki bir hayal kırıklığı yaşandığı anlaşılıyor fakat yanlış da anlaşılmasın. Evet çok büyük bir hayal kırıklığı yaşadım. Fakat kesinlikle kaliteden ötürü değil. Ben daha çok 80'ler 90'larda yaşamış bir roman yazarının basit sade ve hayat dolu bir gençliğini bekliyordum. Teknolojinin hayal gücünü baltalamadığı devirlerde neler hayal ettiğini okuyacağımı bekliyordum. Fakat biraz farklı oldu beklediklerim ve aldıklarım. Eğer ki henüz başlamadıysanız mutlaka okumanızı tavsiye ederim. Tabi güzel güzel efkarlanmak istiyorsanız. Kitap kısa kısa ama acı acı hikayelerden oluşuyor. Sondan bir önceki bölümde o kadar kendimi tutmama rağmen bir kaç göz yaşına mani olamadım. Neyse daha fazla içeriğe girip sizin heyecanınızı bastırmayayım eğer okumaya karar verdiyseniz. Kitap benden 8/10 puan aldı. Dili akıcı, betimlemeleri açık ve ferah (acı bir roman için beklenmedik kadar ferah), cümleler düzgün ve anlaşılır. Zemin ve hava şartları futbol için müsait derler ya hani işte bu kitap da bir fincan kahve ve güzel bir müzikle saatlerce sizi alıkoymaya müsait. Arada kaptan durakta inecek var diyebilirsiniz biraz arabesk olduğundan.
Benim okumaktan beklentimi karşılayan bir kitap oldu. Bu sebepten tavsilerim arasına girmeye hak kazandı. Bir de müzik tavsiyesi ile bu yazıyı artık bitireyim. Sondan bir önceki bölümde "Vangelis-La Petite Fille De La Mer " parçasını dinlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum. Esen kalın efendim.
YASAK!
Sabrım buraya kadarmış bu konuda bir şey yazmazsam kendi kişiliğimle çelişeceğim. Özgürlüğün sınırsız olmadığını bilen birisiyim ama düşüncelere gem vurulamayacağını da en az o kadar biliyorum. Son iki gündür resmen ilkokul öğrencilerinin yapacağı komiklikteki hareketlere muhatap oluyoruz. Mahkemelerin koymadığı bir yasağı delen bir cumhurbaşkanı, birden fazla bakan, sayısız milletvekili... Yetmeyip dünyada bir ilk olan DNS engeli. Yorum yapılacak pek bir şey yok. Ağlanacak halimize en fazla güler geçeriz. Yüzlerce örnek, binlerce yıllık deneyim gösteriyor ki yasaklamak çözüm üretmiyor. Gerçi bahsettiğimiz yer Türkiye ise yasak sınırında ölçü tanınmayabiliyor. Örnek mi ?
Denizli belediyesinden özür diliyorum afişe etmek istemezdim fakat "fotoğrafı indir ismi sansürle tekrar paylaş" biraz uzun geldi. Yasak konu başlığında bir sansür yapmakta içimden gelmedi bir taraftan. Zaten adım başı bir yasak bir sansür...
Umarım bu günler bir an önce biter ve ilerde geçmişte yaşanmış gülüp geçilecek karanlık günler olarak hatırlarız. Zira bu kadar baskıyı kaldırmaz bu millet.
Daha çok yazılacak söz, cümle vardır belki ama izahı kibar olmayabilir. Ben nasıl kibarca anlatırım diye düşünürken güzel bir Zeki-Metin klasiğine rast geldim. Ufak bir bölümü hep izlenmiştir belki ama tamamını izleyen belli bir yaşında altında pek nadirdir. Gündem de yine kuş, dinleme, araplar vs. vs. var. O kadar kuşak farkına rağmen gündem pek değişmemiş. İzleyenlere keyifli seyirler dilerim.Tabi siz izlemeden önce youtube da yasaklar arasına girebilir...
Denizli belediyesinden özür diliyorum afişe etmek istemezdim fakat "fotoğrafı indir ismi sansürle tekrar paylaş" biraz uzun geldi. Yasak konu başlığında bir sansür yapmakta içimden gelmedi bir taraftan. Zaten adım başı bir yasak bir sansür...
Umarım bu günler bir an önce biter ve ilerde geçmişte yaşanmış gülüp geçilecek karanlık günler olarak hatırlarız. Zira bu kadar baskıyı kaldırmaz bu millet.
Daha çok yazılacak söz, cümle vardır belki ama izahı kibar olmayabilir. Ben nasıl kibarca anlatırım diye düşünürken güzel bir Zeki-Metin klasiğine rast geldim. Ufak bir bölümü hep izlenmiştir belki ama tamamını izleyen belli bir yaşında altında pek nadirdir. Gündem de yine kuş, dinleme, araplar vs. vs. var. O kadar kuşak farkına rağmen gündem pek değişmemiş. İzleyenlere keyifli seyirler dilerim.Tabi siz izlemeden önce youtube da yasaklar arasına girebilir...
Fotoğraf Aşkına
Öncelikle sayfanın en altına inmenizi ve videodaki şarkıyı açmanızı rica edeceğim. Açtıysanız başlayabiliriz deyip ardından videoyu eklemeyi unutursam çok gülerim kendime. Olmaz demeyin yapmayacağım iş değil. Unutkanlık en büyük hobim. Solda gördüğünüz ve bu yazının kapak resmi olan fotoğraf ilk makinem ile çektiğim ilk fotoğraftır. Belki o gün bu fotoğrafı çekmesem 3-5 gün etrafımdaki objelerin makrolarını başarısızca çekip bırakacaktım. Haa bu fotoğraf çok mu iyi ? Değil. Sadece doğru zamanda doğru yerde olmamın getirdiği bir hediye. Fotoğraf işinin ne denli süprizlerle dolu olduğunu bana gösteren bir hediye. Garip işaretlere inanmış biri olarak bu dizilimi işaret olarak algılamam da gayet doğal. Çektiğim fotoğrafların beğenilmemesi benim fotoğrafa olan aşkımı zerre azaltmadı yada fotoğraf çekerken hissettiğim hazzı zerre azaltmadı. Ama çektiğim fotoğrafları paylaşmaktaki hevesimi kırdı diyebilirim. Bir de her an fotoğraf çekebilecek yüzsüzlüğümü... Sonra instagramla tanıştım. Öyle aman aman kitlelere hitap etmedim belki ama fotoğraf paylaşma aşkımı depreştirmedi desem yalan olur. Hemen sonrasında tanıştığım picsart bana fotoğraf çekmekten çok onu sunmanın önemini gösterdi. Örnek olarak ilk fotoğrafın ilk halini vereyim.
Çerçeve bile yapamadığım bir fotoğraf. Bana sorarsanız bu halini seçerim ama bana soranı bulmak biraz sıkıntı. Neyse fotoğraf aşkı deyip sonra da sizleri yazılara boğmak istemiyorum. Bir kaç Canon PowerShot A580 marka makinem ile çektiğim fotoğrafı paylaşayım. Yeni halleri ile paylaşacağım. Keyifli seyirler dilerim...
Çerçeve bile yapamadığım bir fotoğraf. Bana sorarsanız bu halini seçerim ama bana soranı bulmak biraz sıkıntı. Neyse fotoğraf aşkı deyip sonra da sizleri yazılara boğmak istemiyorum. Bir kaç Canon PowerShot A580 marka makinem ile çektiğim fotoğrafı paylaşayım. Yeni halleri ile paylaşacağım. Keyifli seyirler dilerim...
Leyla ile Mecnun 17. Bölüm
Leyla ile Mecnun büyük bir dönüm noktasıdır hayatımda. Bir çok alışkanlığımı değiştirmiştir desem yalan olmaz. Ama bir bölüm var ki çok çok ayrı ve özel. 17. Bölüm... Gülümsemenin ağırlığından bahsetmiştim daha önce. İşte o ağırlıktan omuzlar yorgun düşünce izlemeli bu bölümü. Hani kış günü kalın kalın giyinirsin, ısınırsın fakat ağırlığından çökersin ya o kıyafetlerin. Sonra sıcak eve geldiğinde bir bir çıkarıp pijamalarını giyersin. O kadar rahatlarsın ki boyun 1 santim uzamış gibi gelir, resmen kemiklerin genleşir. İşte bu bölüm de öyle. Gülmenin ağırlığından yorulunca açıp izlemeniz yeterli. Ağlamanın verdiği ferahlık naneli şekerin ağzı ferahlattığı gibi tüm vücuda yayılıyor. Hani şişen yara kanayınca bir rahatlama gelir ya, onun gibi bir rahatlama yayılır tüm bedenine. Göz yaşların içindeki irini atıyordur belkide. Bir dizi bölümü değil kesinlikle bu bölüm. Resmen bir sinema filmi. Ama bazı yerlerinde müdahale edesin geliyor yada gidip dizide kendine yer edesin geliyor. Dönme dolabı durdurmalıyız mesela. Şekerpare gidemezdi ki o zaman. Ya da suda yürüyen İsmail abiye sarılmasak mı? Aslında yatıp uyuyasım vardı. Annem meyve tabağını getirince bir şeyler izleyeyim dedim ve iyi ki de demişim çok iyi geldi. Bir kaç sahne ve ekran alıntısı paylaşmazsam herhalde ihanet etmiş olurum güzelim bölüme. Gerçi bu bölümden kitap yazılır ama ben 3-5 satırla yetinmeye gayret ediyorum.
Asrın sorusu belkide... Sorunun cevabını net bir şekilde bilen varsa muhakkak paylaşmasını rica ederim. Daha çok yer var alınacak ama bir kez daha izlemeyi bünye kaldırmayabilir zorlamak istemiyorum. Kapanış müziği ile kapatalım taraftarıyım. Bu kıza kadar...
Patron Mutlu Son İstiyor
Sonunu tahmin etmek bir filmin en çiğ yanı olsa gerek. Bu filmin de sonu çok net biliniyor.Çok süprizlerle dolu bir film de olmadı. Ama hani iki poğaçayı birbirine benzetirsiniz de birinin tadı çok küçük farkla çok daha güzeldir. Belki bir baharat belki içine konulan peynirin cinsi hatta mayanın markası bile olabilir... Ama bu küçük fark o poğaçayı dünyanın sayılı lezzetleri arasına sokar. İşte bu filmde de öyle bir fark vardı. Alamadım ayrıntının tadını ama izlerken senaryo dolu dolu geldi. Eksik tarafları çoktu. Düşük senaryo örnekleri vardır ama yemeği de çok kurcalamadan yemek lazım. Tabi bir de madalyonun öbür yüzü var. Bu poğaça evde bozulmaya yüz tutmuş malzemelerle yapılmıştır. Kedinin, köpeğin önüne koysan onlar yemez. Ama sana kapı açılmadan evden güzel kokular gelir, kapının açılması için sabırsızlanırsın, aklında onlarca güzel yiyecek geçer... Belki de bu filmi beğenmemin sebebi böyle oda koşullarında bir hikayeye duyulan özlem. Kim bilir... Mutluluk bu kadar basit ulaşılsa hoş olmaz mıydı demeden geçemiyor insan.
İzlemeyenlere tavsiye edilir 7/10 puan ile başarılı bir film gözümde. Sonuç olarak pek rastlanan bir alan değil romantik komedi. Keyifli seyirler.
İzlemeyenlere tavsiye edilir 7/10 puan ile başarılı bir film gözümde. Sonuç olarak pek rastlanan bir alan değil romantik komedi. Keyifli seyirler.
Özgürlük
Özgürlük nedir? Bir sınırı var mıdır? Bu sınırları kim, nasıl belirler? Daha bir çok soru var sorulabilecek. Bu bloğu kurmadan önce kendimle yaptığım pazarlıklar neticesinde siyaset konusunda yazmayacağıma kendimi ikna ettim. Sıkı bir pazarlıktı. Bu gün de elimden geldiği kadar siyasete dokunmamaya gayret edeceğim. Her ne kadar bu yazıyı yazma fikrinin, adaletin siyasetin oyuncağı olduğu gerçeğinden doğduğunu bilsem de bu konuda sınırlarımı aşmayacağım. Ne güzel dedim demi sınırlarım. Her insanın hiçbir yasa yada kural olmaksızın kendine sınırlar çizmesi gerek bence. Neden diyebilirsiniz. Cevabı ise çok basit; eğer sınırlarını kendiniz çizerseniz özgürlüğünüz sınırsız olur. Ne saçma bir söz oldu demi? Sınırları olan bir sonsuzluk. Peki fani dediğimiz bir dünya için sonsuz kelimesi boş değil mi ? Belirsiz ile sonsuzu birbirine karıştırmıyor muyuz ? Belkide sonsuz dediğimiz için sonsuza olan takıntımızdan tatmin olamıyoruz. Halbuki bence sonsuz diye bir şey yok. Sadece belirsizlikler mevcut ve bu belirsizlikleri uzaklarda hazine arar gibi aramanın lüzumu yok. kilometrelerce uzak belirsiz olduğu gibi 25 santimden yakını da belirsizdir biz insanlar için. Özgürlüğü de çok uçlarda aramanın manası yok. Yakınımıza kendi koyduğumuz sınırlara bakmamız lazım. Belki bu hayatın heyecanını, aksiyonunu azaltır fakat hayal kırıklıklarını da azaltır. Hakkımız olmayan şeyleri yada bir başkasının hakkına tecavüz eden şeyleri hayal etmemiş oluruz. Konu siyasetten kaçmaya çalıştıkça saçmalaşıyor. Ama ne yapabilirim ki? Özgürlük başlığı altında o kadar apır sapır şey yapılır oldu ki. Kendi özgürlüklerini diğer insanların özgürlüklerini kapsayan bir evrensel küme olarak gören o kadar çok insan var saymakla bitmez. Yasa koyucusundan, uygulayıcısına değişmiyor bu saçmalık. Ya arkadaş özgürlük dediğin kar tanesi gibidir. Birbirine değmemelidir. Kazara biri diğerinin alanına girer, yolunu keser, çarpışırsa başımıza çığ olarak düşer. Umarım tüm gökyüzü başımıza çığ olarak düşmeden uyanır insanlar. hiç umudum da yok ya neyse...
İnsanoğlunun Gülümseme ile İmtihanı
Bilim adamlarının söylediğine göre surat asmak için daha fazla kas gerekiyormuş. Surat asmak daha yorucuymuş gülümsemekten. Ama tabi bu kaslara göre çizilmiş şekillendirilmiş bir istatistik. Kaslar ise gülümsemenin olsa olsa atp(hücresel enerji kaynağı) olarak karşılığı. Gülmek aslında kalple beyin arasında pozitif iletişimin sonucunda oluşması gereken bir ruh hali. Zaten bu iki organ birbirinden bağımsız çalıştığında genelde ya yapmacık bir gülümseme yada geçici bir gülümsemeye sebep oluyor. Yapmacık gülümseme aslında başka şekillerle de elde edilir. Misal yüz kaslarını geliştirerek oda olmadı karikatürdeki gibi yardımcı materyaller kullanılarak. Ama gülümseme bu değildir ki. Gülümseme dediğin etrafı ısıtabilmeli, aydınlatabilmeli tıpkı bir güneş gibi. Belkide etrafına insanları bu sebepten toplayabiliyorlar sıcak, içten gülümsemeye sahip olan insanlar. Güneşler de sistemlerinin merkezine oturmuyor mu? Madem bu kadar kıymetli neden durduk yere gülenlere deli denir, neden asık suratlılar vakur olur. Gülümsemek neden bir gevşeklik olarak görülür yada düzen bozucu dersek daha kibar olur herhalde. Uykudan hemen önce bunu yazmak istememin sebebi muhtemelen diğer insanlar gibi maskemi yatağın başına asmamdandır herhalde. Gülümseyerek uyumak, kötü rüya görmeyeceğini bilerek yatmak çok kıymetli. Ama en kıymetlisi de sabah gülümseyerek uyanmak bence. Eğer gülümseyerek uyanamıyorsanız dönüp bir hayatınızı kontrol etmenizi tavsiye ederim. Bir yerde muhakkak bir hata vardır. Bünyenin, zihnin kabul etmediği bir şey vardır. Gün geçtikçe bunun değeri unutuluyor. Bu kadar ulvi bir şey alay etmek için, küçümsemek için, küfür etmek için yada saklanmak için kullanılıyor. Kendimi saklambaç oynarken arkadaşının yerini ispiyonlayan çocuk gibi hissettim bir an. Ama kral çıplaksa bu gerçeği değiştiremeyiz. Hepinize gülümseyerek uyandığınız bir gün dilerim...
Zaman Bağı Çözüldü
Dün gece bitmeden uyanmamla birlikte başlayan zaman kayması tüm günümü etkiledi galiba. Yemekten sonra biraz kitap okuyayım diye açtım kitabımı sonra güzel sade bir Türk kahvesi içtiğimi hatırlıyorum sonrası kopuk. Saat kaçtı hiç hatırlamıyorum. Zaman zaman gözümü açtığımda annemin üstümü örtme çabaları var hayal meyal. Bir ara altımdaki yorganla örtmeye çalışmış hatta üstünede battaniye... Uyku sersemi baya yordu beni. Kundaktaki bebekleri çok iyi anladım o an. Toprağın altındaymış hissi veriyor insanın ellerinin ayaklarının hareket edemiyor olması. Bir de uyku sersemiyseniz yaşayıp yaşamadığınıza karar vermek zorlaşıyor gerçekten. Belli bir yerden sonra stresten artan kalp ritmi yaşıyorsun sen diye fısıldıyor. O ana kadar bunu anlamak güç. Çok uzun gelen kalitesiz uygunun ardından uyanıp uyuyamamak gerçekten sıkıcı. Bu gün şansım benden yana değil. Radyodaki şarkıyı bir türlü bulamamamdan da belli. Hayır ismi de yazıyor "Pura Vida - Blank & Jones" ama farklı ve alakasız bir şarkı çıkıyor. Şu anda gayet yumuşak bir müzik dinliyordum halbuki. Neyse çok umursamayacağım. Şu an için önemli olan kaliteli ve kısa bir uyku. Yoksa yarınım baş ağrısı ile çevrili. Biraz uğraşayım diye telefonu aldığımda güncellemeleri yapmaya başlama da tesadüf olamaz herhalde. Bu gün var bir kara kedi görmüşlüğüm ama hayırlısı. Biraz kitap okumak belki düzene sokar gecemi. Denemekten kaybetmeyeceğim uğraşlarımın olması güzelmiş. Başaramasan da, amacına ulaşamasan da kaybın olmuyor. Bu özelliğe sahip arkadaşlar ve uğraşlar bulmanız dileğiyle deyip ceketimi alıp kalkıyorum. İyi geceler (gerçi şimdi okumayacaksınızdır muhtemelen günaydın olarak alabilirsiniz) herkese.
Lianne La Havas - Elusive & India Morena - Barbara Luna
Sabah 5:30da neden kalktım bilmiyorum. Sebebini çok da sorgulamıyorum. Hafif bir baş ağrısı duymasam yaptığımı normal bile göreceğim. Zira uykuyu sevmeyen bir insanım. Gerçi yorucu bir haftanın sonunda yorgun olmama rağmen uyanmış olmam ilginç. Halbuki saat 01:00'i geçerken 8:15'e kurduğum saatin ardından 7 küsür saat uyuyabileceğimi görünce çok sevinmiştim aslında. Derken radyoyu açtım rastgele kanalları tararken Lianne La Havas'a denk geldim. Yumuşak ses tonu beni uykuya sevkederceydi. Ama ben bu satırları yazarken çalmaya başlayan India Morena uyuma kalk enerjik bir günün olsun dedi ve vazgeçirdi uykudan. Sarhoş gibiyken bu yazıyı yazabiliyor olmam çok ilginç gerçekten. Belkide çenesizliğim uykusuzluğumdan. Gün içerisinde anlarım herhalde. Güzel bir haftasonu dileyerek iki şarkıyı sizle paylaşayım.