Archive for Mart 2014
YASAK!
Sabrım buraya kadarmış bu konuda bir şey yazmazsam kendi kişiliğimle çelişeceğim. Özgürlüğün sınırsız olmadığını bilen birisiyim ama düşüncelere gem vurulamayacağını da en az o kadar biliyorum. Son iki gündür resmen ilkokul öğrencilerinin yapacağı komiklikteki hareketlere muhatap oluyoruz. Mahkemelerin koymadığı bir yasağı delen bir cumhurbaşkanı, birden fazla bakan, sayısız milletvekili... Yetmeyip dünyada bir ilk olan DNS engeli. Yorum yapılacak pek bir şey yok. Ağlanacak halimize en fazla güler geçeriz. Yüzlerce örnek, binlerce yıllık deneyim gösteriyor ki yasaklamak çözüm üretmiyor. Gerçi bahsettiğimiz yer Türkiye ise yasak sınırında ölçü tanınmayabiliyor. Örnek mi ?
Denizli belediyesinden özür diliyorum afişe etmek istemezdim fakat "fotoğrafı indir ismi sansürle tekrar paylaş" biraz uzun geldi. Yasak konu başlığında bir sansür yapmakta içimden gelmedi bir taraftan. Zaten adım başı bir yasak bir sansür...
Umarım bu günler bir an önce biter ve ilerde geçmişte yaşanmış gülüp geçilecek karanlık günler olarak hatırlarız. Zira bu kadar baskıyı kaldırmaz bu millet.
Daha çok yazılacak söz, cümle vardır belki ama izahı kibar olmayabilir. Ben nasıl kibarca anlatırım diye düşünürken güzel bir Zeki-Metin klasiğine rast geldim. Ufak bir bölümü hep izlenmiştir belki ama tamamını izleyen belli bir yaşında altında pek nadirdir. Gündem de yine kuş, dinleme, araplar vs. vs. var. O kadar kuşak farkına rağmen gündem pek değişmemiş. İzleyenlere keyifli seyirler dilerim.Tabi siz izlemeden önce youtube da yasaklar arasına girebilir...
Denizli belediyesinden özür diliyorum afişe etmek istemezdim fakat "fotoğrafı indir ismi sansürle tekrar paylaş" biraz uzun geldi. Yasak konu başlığında bir sansür yapmakta içimden gelmedi bir taraftan. Zaten adım başı bir yasak bir sansür...
Umarım bu günler bir an önce biter ve ilerde geçmişte yaşanmış gülüp geçilecek karanlık günler olarak hatırlarız. Zira bu kadar baskıyı kaldırmaz bu millet.
Daha çok yazılacak söz, cümle vardır belki ama izahı kibar olmayabilir. Ben nasıl kibarca anlatırım diye düşünürken güzel bir Zeki-Metin klasiğine rast geldim. Ufak bir bölümü hep izlenmiştir belki ama tamamını izleyen belli bir yaşında altında pek nadirdir. Gündem de yine kuş, dinleme, araplar vs. vs. var. O kadar kuşak farkına rağmen gündem pek değişmemiş. İzleyenlere keyifli seyirler dilerim.Tabi siz izlemeden önce youtube da yasaklar arasına girebilir...
Fotoğraf Aşkına
Öncelikle sayfanın en altına inmenizi ve videodaki şarkıyı açmanızı rica edeceğim. Açtıysanız başlayabiliriz deyip ardından videoyu eklemeyi unutursam çok gülerim kendime. Olmaz demeyin yapmayacağım iş değil. Unutkanlık en büyük hobim. Solda gördüğünüz ve bu yazının kapak resmi olan fotoğraf ilk makinem ile çektiğim ilk fotoğraftır. Belki o gün bu fotoğrafı çekmesem 3-5 gün etrafımdaki objelerin makrolarını başarısızca çekip bırakacaktım. Haa bu fotoğraf çok mu iyi ? Değil. Sadece doğru zamanda doğru yerde olmamın getirdiği bir hediye. Fotoğraf işinin ne denli süprizlerle dolu olduğunu bana gösteren bir hediye. Garip işaretlere inanmış biri olarak bu dizilimi işaret olarak algılamam da gayet doğal. Çektiğim fotoğrafların beğenilmemesi benim fotoğrafa olan aşkımı zerre azaltmadı yada fotoğraf çekerken hissettiğim hazzı zerre azaltmadı. Ama çektiğim fotoğrafları paylaşmaktaki hevesimi kırdı diyebilirim. Bir de her an fotoğraf çekebilecek yüzsüzlüğümü... Sonra instagramla tanıştım. Öyle aman aman kitlelere hitap etmedim belki ama fotoğraf paylaşma aşkımı depreştirmedi desem yalan olur. Hemen sonrasında tanıştığım picsart bana fotoğraf çekmekten çok onu sunmanın önemini gösterdi. Örnek olarak ilk fotoğrafın ilk halini vereyim.
Çerçeve bile yapamadığım bir fotoğraf. Bana sorarsanız bu halini seçerim ama bana soranı bulmak biraz sıkıntı. Neyse fotoğraf aşkı deyip sonra da sizleri yazılara boğmak istemiyorum. Bir kaç Canon PowerShot A580 marka makinem ile çektiğim fotoğrafı paylaşayım. Yeni halleri ile paylaşacağım. Keyifli seyirler dilerim...
Çerçeve bile yapamadığım bir fotoğraf. Bana sorarsanız bu halini seçerim ama bana soranı bulmak biraz sıkıntı. Neyse fotoğraf aşkı deyip sonra da sizleri yazılara boğmak istemiyorum. Bir kaç Canon PowerShot A580 marka makinem ile çektiğim fotoğrafı paylaşayım. Yeni halleri ile paylaşacağım. Keyifli seyirler dilerim...
Leyla ile Mecnun 17. Bölüm
Leyla ile Mecnun büyük bir dönüm noktasıdır hayatımda. Bir çok alışkanlığımı değiştirmiştir desem yalan olmaz. Ama bir bölüm var ki çok çok ayrı ve özel. 17. Bölüm... Gülümsemenin ağırlığından bahsetmiştim daha önce. İşte o ağırlıktan omuzlar yorgun düşünce izlemeli bu bölümü. Hani kış günü kalın kalın giyinirsin, ısınırsın fakat ağırlığından çökersin ya o kıyafetlerin. Sonra sıcak eve geldiğinde bir bir çıkarıp pijamalarını giyersin. O kadar rahatlarsın ki boyun 1 santim uzamış gibi gelir, resmen kemiklerin genleşir. İşte bu bölüm de öyle. Gülmenin ağırlığından yorulunca açıp izlemeniz yeterli. Ağlamanın verdiği ferahlık naneli şekerin ağzı ferahlattığı gibi tüm vücuda yayılıyor. Hani şişen yara kanayınca bir rahatlama gelir ya, onun gibi bir rahatlama yayılır tüm bedenine. Göz yaşların içindeki irini atıyordur belkide. Bir dizi bölümü değil kesinlikle bu bölüm. Resmen bir sinema filmi. Ama bazı yerlerinde müdahale edesin geliyor yada gidip dizide kendine yer edesin geliyor. Dönme dolabı durdurmalıyız mesela. Şekerpare gidemezdi ki o zaman. Ya da suda yürüyen İsmail abiye sarılmasak mı? Aslında yatıp uyuyasım vardı. Annem meyve tabağını getirince bir şeyler izleyeyim dedim ve iyi ki de demişim çok iyi geldi. Bir kaç sahne ve ekran alıntısı paylaşmazsam herhalde ihanet etmiş olurum güzelim bölüme. Gerçi bu bölümden kitap yazılır ama ben 3-5 satırla yetinmeye gayret ediyorum.
Asrın sorusu belkide... Sorunun cevabını net bir şekilde bilen varsa muhakkak paylaşmasını rica ederim. Daha çok yer var alınacak ama bir kez daha izlemeyi bünye kaldırmayabilir zorlamak istemiyorum. Kapanış müziği ile kapatalım taraftarıyım. Bu kıza kadar...
Patron Mutlu Son İstiyor
Sonunu tahmin etmek bir filmin en çiğ yanı olsa gerek. Bu filmin de sonu çok net biliniyor.Çok süprizlerle dolu bir film de olmadı. Ama hani iki poğaçayı birbirine benzetirsiniz de birinin tadı çok küçük farkla çok daha güzeldir. Belki bir baharat belki içine konulan peynirin cinsi hatta mayanın markası bile olabilir... Ama bu küçük fark o poğaçayı dünyanın sayılı lezzetleri arasına sokar. İşte bu filmde de öyle bir fark vardı. Alamadım ayrıntının tadını ama izlerken senaryo dolu dolu geldi. Eksik tarafları çoktu. Düşük senaryo örnekleri vardır ama yemeği de çok kurcalamadan yemek lazım. Tabi bir de madalyonun öbür yüzü var. Bu poğaça evde bozulmaya yüz tutmuş malzemelerle yapılmıştır. Kedinin, köpeğin önüne koysan onlar yemez. Ama sana kapı açılmadan evden güzel kokular gelir, kapının açılması için sabırsızlanırsın, aklında onlarca güzel yiyecek geçer... Belki de bu filmi beğenmemin sebebi böyle oda koşullarında bir hikayeye duyulan özlem. Kim bilir... Mutluluk bu kadar basit ulaşılsa hoş olmaz mıydı demeden geçemiyor insan.
İzlemeyenlere tavsiye edilir 7/10 puan ile başarılı bir film gözümde. Sonuç olarak pek rastlanan bir alan değil romantik komedi. Keyifli seyirler.
İzlemeyenlere tavsiye edilir 7/10 puan ile başarılı bir film gözümde. Sonuç olarak pek rastlanan bir alan değil romantik komedi. Keyifli seyirler.
Özgürlük
Özgürlük nedir? Bir sınırı var mıdır? Bu sınırları kim, nasıl belirler? Daha bir çok soru var sorulabilecek. Bu bloğu kurmadan önce kendimle yaptığım pazarlıklar neticesinde siyaset konusunda yazmayacağıma kendimi ikna ettim. Sıkı bir pazarlıktı. Bu gün de elimden geldiği kadar siyasete dokunmamaya gayret edeceğim. Her ne kadar bu yazıyı yazma fikrinin, adaletin siyasetin oyuncağı olduğu gerçeğinden doğduğunu bilsem de bu konuda sınırlarımı aşmayacağım. Ne güzel dedim demi sınırlarım. Her insanın hiçbir yasa yada kural olmaksızın kendine sınırlar çizmesi gerek bence. Neden diyebilirsiniz. Cevabı ise çok basit; eğer sınırlarını kendiniz çizerseniz özgürlüğünüz sınırsız olur. Ne saçma bir söz oldu demi? Sınırları olan bir sonsuzluk. Peki fani dediğimiz bir dünya için sonsuz kelimesi boş değil mi ? Belirsiz ile sonsuzu birbirine karıştırmıyor muyuz ? Belkide sonsuz dediğimiz için sonsuza olan takıntımızdan tatmin olamıyoruz. Halbuki bence sonsuz diye bir şey yok. Sadece belirsizlikler mevcut ve bu belirsizlikleri uzaklarda hazine arar gibi aramanın lüzumu yok. kilometrelerce uzak belirsiz olduğu gibi 25 santimden yakını da belirsizdir biz insanlar için. Özgürlüğü de çok uçlarda aramanın manası yok. Yakınımıza kendi koyduğumuz sınırlara bakmamız lazım. Belki bu hayatın heyecanını, aksiyonunu azaltır fakat hayal kırıklıklarını da azaltır. Hakkımız olmayan şeyleri yada bir başkasının hakkına tecavüz eden şeyleri hayal etmemiş oluruz. Konu siyasetten kaçmaya çalıştıkça saçmalaşıyor. Ama ne yapabilirim ki? Özgürlük başlığı altında o kadar apır sapır şey yapılır oldu ki. Kendi özgürlüklerini diğer insanların özgürlüklerini kapsayan bir evrensel küme olarak gören o kadar çok insan var saymakla bitmez. Yasa koyucusundan, uygulayıcısına değişmiyor bu saçmalık. Ya arkadaş özgürlük dediğin kar tanesi gibidir. Birbirine değmemelidir. Kazara biri diğerinin alanına girer, yolunu keser, çarpışırsa başımıza çığ olarak düşer. Umarım tüm gökyüzü başımıza çığ olarak düşmeden uyanır insanlar. hiç umudum da yok ya neyse...
İnsanoğlunun Gülümseme ile İmtihanı
Bilim adamlarının söylediğine göre surat asmak için daha fazla kas gerekiyormuş. Surat asmak daha yorucuymuş gülümsemekten. Ama tabi bu kaslara göre çizilmiş şekillendirilmiş bir istatistik. Kaslar ise gülümsemenin olsa olsa atp(hücresel enerji kaynağı) olarak karşılığı. Gülmek aslında kalple beyin arasında pozitif iletişimin sonucunda oluşması gereken bir ruh hali. Zaten bu iki organ birbirinden bağımsız çalıştığında genelde ya yapmacık bir gülümseme yada geçici bir gülümsemeye sebep oluyor. Yapmacık gülümseme aslında başka şekillerle de elde edilir. Misal yüz kaslarını geliştirerek oda olmadı karikatürdeki gibi yardımcı materyaller kullanılarak. Ama gülümseme bu değildir ki. Gülümseme dediğin etrafı ısıtabilmeli, aydınlatabilmeli tıpkı bir güneş gibi. Belkide etrafına insanları bu sebepten toplayabiliyorlar sıcak, içten gülümsemeye sahip olan insanlar. Güneşler de sistemlerinin merkezine oturmuyor mu? Madem bu kadar kıymetli neden durduk yere gülenlere deli denir, neden asık suratlılar vakur olur. Gülümsemek neden bir gevşeklik olarak görülür yada düzen bozucu dersek daha kibar olur herhalde. Uykudan hemen önce bunu yazmak istememin sebebi muhtemelen diğer insanlar gibi maskemi yatağın başına asmamdandır herhalde. Gülümseyerek uyumak, kötü rüya görmeyeceğini bilerek yatmak çok kıymetli. Ama en kıymetlisi de sabah gülümseyerek uyanmak bence. Eğer gülümseyerek uyanamıyorsanız dönüp bir hayatınızı kontrol etmenizi tavsiye ederim. Bir yerde muhakkak bir hata vardır. Bünyenin, zihnin kabul etmediği bir şey vardır. Gün geçtikçe bunun değeri unutuluyor. Bu kadar ulvi bir şey alay etmek için, küçümsemek için, küfür etmek için yada saklanmak için kullanılıyor. Kendimi saklambaç oynarken arkadaşının yerini ispiyonlayan çocuk gibi hissettim bir an. Ama kral çıplaksa bu gerçeği değiştiremeyiz. Hepinize gülümseyerek uyandığınız bir gün dilerim...
Zaman Bağı Çözüldü
Dün gece bitmeden uyanmamla birlikte başlayan zaman kayması tüm günümü etkiledi galiba. Yemekten sonra biraz kitap okuyayım diye açtım kitabımı sonra güzel sade bir Türk kahvesi içtiğimi hatırlıyorum sonrası kopuk. Saat kaçtı hiç hatırlamıyorum. Zaman zaman gözümü açtığımda annemin üstümü örtme çabaları var hayal meyal. Bir ara altımdaki yorganla örtmeye çalışmış hatta üstünede battaniye... Uyku sersemi baya yordu beni. Kundaktaki bebekleri çok iyi anladım o an. Toprağın altındaymış hissi veriyor insanın ellerinin ayaklarının hareket edemiyor olması. Bir de uyku sersemiyseniz yaşayıp yaşamadığınıza karar vermek zorlaşıyor gerçekten. Belli bir yerden sonra stresten artan kalp ritmi yaşıyorsun sen diye fısıldıyor. O ana kadar bunu anlamak güç. Çok uzun gelen kalitesiz uygunun ardından uyanıp uyuyamamak gerçekten sıkıcı. Bu gün şansım benden yana değil. Radyodaki şarkıyı bir türlü bulamamamdan da belli. Hayır ismi de yazıyor "Pura Vida - Blank & Jones" ama farklı ve alakasız bir şarkı çıkıyor. Şu anda gayet yumuşak bir müzik dinliyordum halbuki. Neyse çok umursamayacağım. Şu an için önemli olan kaliteli ve kısa bir uyku. Yoksa yarınım baş ağrısı ile çevrili. Biraz uğraşayım diye telefonu aldığımda güncellemeleri yapmaya başlama da tesadüf olamaz herhalde. Bu gün var bir kara kedi görmüşlüğüm ama hayırlısı. Biraz kitap okumak belki düzene sokar gecemi. Denemekten kaybetmeyeceğim uğraşlarımın olması güzelmiş. Başaramasan da, amacına ulaşamasan da kaybın olmuyor. Bu özelliğe sahip arkadaşlar ve uğraşlar bulmanız dileğiyle deyip ceketimi alıp kalkıyorum. İyi geceler (gerçi şimdi okumayacaksınızdır muhtemelen günaydın olarak alabilirsiniz) herkese.
Lianne La Havas - Elusive & India Morena - Barbara Luna
Sabah 5:30da neden kalktım bilmiyorum. Sebebini çok da sorgulamıyorum. Hafif bir baş ağrısı duymasam yaptığımı normal bile göreceğim. Zira uykuyu sevmeyen bir insanım. Gerçi yorucu bir haftanın sonunda yorgun olmama rağmen uyanmış olmam ilginç. Halbuki saat 01:00'i geçerken 8:15'e kurduğum saatin ardından 7 küsür saat uyuyabileceğimi görünce çok sevinmiştim aslında. Derken radyoyu açtım rastgele kanalları tararken Lianne La Havas'a denk geldim. Yumuşak ses tonu beni uykuya sevkederceydi. Ama ben bu satırları yazarken çalmaya başlayan India Morena uyuma kalk enerjik bir günün olsun dedi ve vazgeçirdi uykudan. Sarhoş gibiyken bu yazıyı yazabiliyor olmam çok ilginç gerçekten. Belkide çenesizliğim uykusuzluğumdan. Gün içerisinde anlarım herhalde. Güzel bir haftasonu dileyerek iki şarkıyı sizle paylaşayım.
8 Mart
Neymiş efendim dünya kadınlar günüymüş 8 Mart. Böyle saçma bir gün görmedim. Böyle bir günün olmasına değil itirazım fakat kutlanması enteresan. Hani sadece kendi ülkem için de demiyorum. Dünyanın her yerinde ama az ama çok kadınlar esaret altında. Yaşadıkları baskı gözler önünde. Maruz kaldıkları şiddet utanılası boyutlarda. Ya birisi bana açıklayabilir mi özgürlüğünü bile eline alamamış bir kişi, zümre, topluluğun nasıl kendine ait bir günü olabilir. Arkadaş önce kadına karşı şiddete ve ayrımcılığa karşı 365 gün savaşacaksın ondan sonra gidip karına karanfil alacaksın. Böyle bir riyakarlık olamaz. Ben ne yapabilirim ki diyebilirsiniz. İlla fiili bir mücadele gerekmez. bir erkek çocuk kız çocuğunu ezmeye kalktığında karşı çıkmanız, yanlışlığı çocuklara söylemeniz bile bir adımdır. Küçük adım ama en azından geleceğe dönük bir adım. Kardeşim bir kadına mı şiddet var erkeğe de şiddet var niye konuşulur bu kadına şiddet diyenler de var. Böyle bir mantık olamaz. Neden ; öncelikle savunmasız hiç kimseye el kaldırılmaz silah doğrulmaz. Bu savaş kanunudur, savaş da bile buna dikkat edilmesi gerekir. Kadınlar ise her zaman savunmasız değil midir? Savunmasız insanlara şiddet hangi vicdana sığar. Şiddetin her türlüsü lanet okunmaya değerdir. Bunu savunan olmaz muhtemelen ama kendinden güçsüz birine el kaldırmak şiddetten çok acizliktir. Bu konuda daha uzun uzun yazılar yazabilirim fakat temiz cümlelerle, hakaret etmeden, kötü söz söylemeden ancak bu kadar yazabildim.
Bu kadar sözden sonra hala 8 Mart kutlanılması gereken bir gün diyen tüm kadınların kadınlar günü kutlu olsun.
Aile içi şiddet adı altında masumlaştırılmış cinayetlerde yaşamını kaybeden tüm kadınlarımızı saygı ve mahcubiyetle anıyorum. Mekanları cennet olsun. Yaşayan ve şiddete maruz kalan kadınlarımıza da sabır ve kurtulma dirayeti diliyorum.
Bu kadar sözden sonra hala 8 Mart kutlanılması gereken bir gün diyen tüm kadınların kadınlar günü kutlu olsun.
Aile içi şiddet adı altında masumlaştırılmış cinayetlerde yaşamını kaybeden tüm kadınlarımızı saygı ve mahcubiyetle anıyorum. Mekanları cennet olsun. Yaşayan ve şiddete maruz kalan kadınlarımıza da sabır ve kurtulma dirayeti diliyorum.
İstiklal Marşı
Bu gün günlerden cuma. İlkokulu bitirdikten sonra belki de sizin için özelliğini kaybetmiş bir gün. Ama bugün aslında çok önemliydi bizim için. O günler de bir çoğunuz gibi bende tatil gözüyle bakardım cuma günlerine. Pazartesi ise okulun başlama günü. Ama şu anda görüyorum ki bu iki gün milli şuurumuz için çok önemliymiş. Hani iş bilmez müdürler yüzünden dakikalarca soğukta beklememizden bahsetmiyorum. Tamamen beceriksizlikten kaynaklanan bir sorun. Çok da güzel sınıflada da kolidorlarda da okunabilirdi birçok gün. Neyse kişisel beceriksizlikleri anlatmak değil niyetim. Bu gün ders çıkışı bir babamın yanına uğramak istedim. Cuma günü olduğu için törene yetişebildim. Bu kadar saygısız, bu kadar aceleci olmak için insanların nasıl bir mazereti vardı bilmiyorum. Topu topu iki dakika sürmedi, gereksiz konuşmalar yapılmadı, hava soğuk değildi... Tüm bunlara rağmen çocuklarını İstiklal Marş'ından kaçıran veliler vardı. Çok utandım çook. Çocuklar kaçmak istese anlarım ama velilerin çocukları sürüklüyor olması gerçekten üzdü ve sinirlendirdi. Arabalarının içinde ben hazır ola geçtiğim için garip garip bakanlara hiç sözüm yok. Kendimi tren gibi hissetmem onlara yeter de artar da bence. Ama bir yandan da coşkuyla okuyan gençleri görünce ümitlenmedim desem yalan olur. Hala bir umut var sanki, olmalı. İki satır şiir gözüyle bakan bakar görmezlere sesleniyorum. Bu marş okunabilsin diye binlerce insan canını verdi. O insanlar yabancı değildi. Senin büyük büyük deden, benim büyük büyük amcam, onun büyük büyük dayısı... Esaretin tadını bilseydik her gün, her sabah marşımızı okumak isterdik. Bunun nasıl lüks bir şey olduğunu bilirdik. Umarım marşımızın, bayrağımızın, paramızın kıymetini zor yolla öğrenmeyiz.
Ayça Şen - Hayalet Ağrı
Çok büyük heveslerle aldığım bir kitabın daha sonuna gelmiş bulunmaktayım. Yaklaşık bir hafta gibi bir sürede okudum. Son 30 sayfasına kadar ise radyoda dinlediğim o hayat dolu kadının bu kadar sıkıcı bir hayat yazmış olmasından ise hoşnut değildim. Bunun en büyük nedeni ise kitap kahramanı olan Aslıyı beynimin Ayça şeklinde yorumlamasıydı herhalde. Aslı absürt yaşantısı olan, bir çok gencin hayalindeki bir yaşamı yaşamakta. Her ne kadar bu gençlerin hepsi erkekse de fark etmez. Konu hayalet ağrı konusunu çıkartırsak o kadar tanıdık olayları içeriyor ki bir ara otobiyografi okuduğumu düşündüm. Zaten Aslı yerine Ayça okuduğumdan buna inanması kolay oldu. Hastanelerden nefret edişim ise bu kitabı okuma süremi uzattı tabi. Dün gece eve geldiğimde kitapla ilgili bir yazı yazmayı düşündüm hatta. Beklentilerimi karşılamamış ortalama bir kitap sonuçta ha bitirmeden eleştirmişim ha bittikten sonra dedim ki dün geçe kitap soğuk duş etkisi yaratarak beni bu hatadan kurtardı. Dün geceye kadar 6/10 olan değerlendirmem 9/10' a yükseldi. Bir ara "Neden böyle kitaplar varken film çekmek için uyarlama senaryo kullanılır ki ?" diye düşündüğümü hissettim bir ara. Güzel bir kitap okudum gerçekten tadı damağımda kaldı. Şu dakikadan sonra yayınları kayıttan dinlemek yerine canlı yayında dinlemeye özen göstereceğimi düşünüyorum. Eline sağlık Ayça Şen diyorum. Muhakkak okumanızı tavsiye ederim. Gerçi bunu sabahın altısında kalkıp kitap okuduğumdan da kolaylıkla çıkartabilirsiniz. Güzel bir gün sizin olsun.
Televizyonumuz Bozuldu...
Geçmiş hakkında ufak serzenişlerin geçtiği bir sohbetin ardından bu yazıyı yazmaya karar verdim. Yaşlanmaya başlamanın ilk özelliğiymiş "Nerede o eski günler." demek. Galiba çocukluğu geride bıraktığım zamanlara geldim. Bu yüzleşme fazlasıyla ağır bir konu olduğu için çok kurcalayacağımı sanmam. Konuşmanın çıkış sebebi aslında garipti. Türkiyede erkek olmanın ve kadın olmanın zorlularından buraya nasıl geldik anlamak zordu gerçekten. Bir yerden sonra hayal gücümüzü kaybetmenin ve insan üst kimliğini unutup insanları alt kimlikleriyle değerlendirmenin cinsiyetler arası saygı ve güven sorununa yol açtığına karar verdik. Üst kimlik alt kimlik çok karıştırmamak lazım. Malum ortalık toz duman. Biz de beynimizin bu yönlendirmesinden kaynaklanan bir sebepten yada konunun cazibesinden olacak ki hayal gücü kısmını biraz karıştırdık.
Geçmişe duyulan özlem konu oldu sohbete. İlk en çok özlediğim şey aklıma geldi doğal olarak. Gece kuzenlerimle sokakta oyun oynamak için iple çektiğim bayramlar. Yanlış anlamayın çocuklar o zamanlar henüz dört duvar arasına mahkum edilmemişti. Sadece yarı açık ceza evindeydik. Hava kararana kadar özgürdük. Bayramdan bayrama evlerde yer kalmayınca çocuklar özgürlüğüne kavuşurdu. O özgülüğün tadı kesinlikle tarif edilemez.
Hayal gücü denince daha doğrusu hayal gücünün kısıtlanması denince televizyon patlak verdi bir anda. Türkler dizi yapamaz olsa olsa yapılan diziyi uyarlar şeklindeki görüş nasıl empoze edilmişse bende öyle düşündüm anlık olarak sonra sevdiğim diziler bir bir gözümün önüne geldi. 7 numara başka hangi ülkede yayınlanmış olabilirdi ki ? Bir ekmek teknesinin sıcaklığını başka hangi ülkenin insanın yaşamış olabilirdi. İsmail Abi'nin çayına süt katsak dizi İngilizlere mâl edilebilir miydi? Sonra bir ortak noktada gördüm kendimi. Bu diziler hayatın içindendi bizdendi. Değerlerimize aykırı değildi. Kadına değer verilirdi. Yada erkeklere güvensizlik yoktu bu dizilerde. Hem hayal gücünde bağlayıcı da değillerdi insanların dikkatini tek bir şeyde toplamıyorlardı. Özgürlüğü izleyiciye tamamen veren ise Leyla ile Mecnun oldu. Çok geniş bir hayal gücü aralığı bırakılmıştı.
Televizyonları bozduk. Hemde el birliği ile bozduk. Keşke dilde sadece belgesel izleyen kesim icraata yok olmasaydı. Belgeseller sadece bireysel özgürlükleri göstermemek için kullanılan siyasal bir maşa olmasaydı. Keşke izlensin diye hiçbir oyuncu öpüşmek zorunda kalmasaydı. Ya da ne bileyim türlü türlü entrikaların geçtiği diziler izlenmeseydi. Televizyon o zaman bu kadar köreltir miydi bizi?
Neyse ki çizgi filmlerim var televizyonu açtığımda izleyebildiğim. Her ne kadar yeni nesil çizgi filmler şiddeti övse ve şiddete yöneltse de hala güzel çizgi filmler var. Onlarda olmasa at televizyonu çöpe gitsin. Sayısal yayının bir an önce gelmesi ve sağlıklı reyting analizlerinin televizyonumuzu bir nebze olsun tamir etmesi dileğiyle...
Güzel sohbetinden ötürü ezohips'e teşekkür ederim :)
Model - Ağlamam Zaman Aldı (İnkar)
Sabahtan bu yana baya şarkı dinledim fakat ilk olarak beni uyandıran şarkı herhalde bugün Model'den geldi. Esasında facebookta arkadaşımın paylaştığı versiyonu akustik değildi ama buraya video eklerken akustiğin cazibesinden kendimi alamadım. 2 gündür Umay Umay ile güne başlıyorum ve gün yorgun bitiyor bugün Model nasıl bir etki yapar merak konum. Gerçi bu benim saçmalamacam da olabilir emin değilim. Bir şarkı günü nasıl şekillendirebilir ki. Keşke şekillendirseydi demediğim günler olmuyor değil ama elden birşey gelmez. Kendi youtube kanalım bir kaç kıytırık şarkı sebebinden kapatıldı. Kendileri paylaşırsa etik ben paylaşırsam hırsızlık oluyormuş güya. Keşke sevdiğim değer verdiğim sanatçılar sebebiyle kapansaydı herhalde içim bu kadar sızlamazdı. Sözü fazla uzatmadan günlük paylaşmaya çalışacağım günün şarkısı bölümüyle sizleri baş başa bırakıyorum. Keyifli dinlemeler ;
AĞLAMAM ZAMAN ALDI
Kaç zaman oldu ben hala gittiğine inanmadımUnutman imkansız döneceğin güne hazırlandım
Bir yaz bahçesi içim anılar soluk çiçekler
Bakıp büyütmesem her gün elbet ölüp gidecekler
Zaman dondu sanki her şey sıradandı
İyiyim dedim herkese
Ağlamam zaman aldı
Birkaç eşyan vardı bende öylece kaldı
Yoktun artık yanımda anlamam zaman aldı
Ağlamam zaman aldı
Bir eski zaman kadınının mektubundaki zarafet
Tutsak bir şairin göz pınarlarındaki hasret
O kadar kırılgan içimdeki çocuk sana inanan
O kadar naif ki hala gittiğini anlayamayan
Zaman dondu sanki her şey sıradandı
İyiyim dedim herkese
Ağlamam zaman aldı
Birkaç eşyan vardı bende öylece kaldı
Yoktun artık yanımda
Ağlamam zaman aldı
Zaman dondu sanki(zaman dondu sanki)
Her şey sıradandı(her şey sıradandı)
İyiyim(iyiyim)dedim herkese
Ağlamam zaman aldı(ağlamam zaman aldı)
Birkaç eşyan vardı bende öylece kaldı
Yoktun artık yanımda anlamam zaman aldı
Zaman dondu sanki
Her şey sıradandı
İyiyim dedim herkese
Ağlamam zaman aldı
Birkaç eşyan vardı bende öylece kaldı
Yoktun artık yanımda anlamam zaman aldı
AĞLAMAM ZAMAN ALDI
Yekta Kopan - Aile Çay Bahçesi
Uzun süredir Oğuz Atay - Tutunamayanlar'ı okumaktaydım ki bu süre şubat 2014 başlarından bugüne kadar devam etmekte olan bir süre. Kabul ediyorum uzun bir kitap ama bende fazla uzattım. Belkide bitirmek istemeyişimden bilmiyorum. Tam bu sırada instagramda bir kitapseverden (icazet aldığımda nickinide belirtebilirim) bu kitabı gördüm. Yorumlarını sordum, kesinlikle okumam gerektiğini söyledi. Yekta Kopan seslendirme sanatçısı olarak kesinlikle hayran olduğum bir insan hiç kitabının var olduğunu öğrenince boş durur muyum. Hemen koşup gidip aldım. Tabi tavsiyeyi yaparken bir de uyarı almıştım bu kitap iyi hoş ama sakın Yekta Kopan'ın sesiyle okuma zevk alamazsın diye. Kitabı elime aldım ve önsüzü okuyorum : "YEKTA KOPAN, 1968'de doğdu. İlk kitabı Fildişi Karası...". Aman Allahım aslan maxın, bobonun sesinden acıklı bir romanın önsözünü okuyorum. Bırakmayı düşünmedim desem yalan olur. Ama ha gayret dedim başladım okumaya ve içimi rahatlatan karakterleri gördüm. Çok şükür ki kitabın kahramanı Müzeyyendi.
Eğer dizisi olsa hüngür hüngür ağlayacağınız bir kitap demem yeterli mi bilmem. Kitap olunca ağlaması zor oluyor. Gözlerden akan o içimize kaçmış okyanusun damlaları maalesef ki kitap okumaya engel oluyor. Güzel bir hayatta kalma mücadelesini sunan kitap, Yekta Kopan'ın güzel betimlemeleri ve süprizleriyle sizi bekliyor.
Yağmurlu hafta sonları kapıda. Pencereden yağmuru izlerken bir kupa kahveyle duygusal dakikalara sürükleyebilir sizleri. Okumanızı tavsiye ederim.
Eğer dizisi olsa hüngür hüngür ağlayacağınız bir kitap demem yeterli mi bilmem. Kitap olunca ağlaması zor oluyor. Gözlerden akan o içimize kaçmış okyanusun damlaları maalesef ki kitap okumaya engel oluyor. Güzel bir hayatta kalma mücadelesini sunan kitap, Yekta Kopan'ın güzel betimlemeleri ve süprizleriyle sizi bekliyor.
Yağmurlu hafta sonları kapıda. Pencereden yağmuru izlerken bir kupa kahveyle duygusal dakikalara sürükleyebilir sizleri. Okumanızı tavsiye ederim.
Merhabalar
Hepinize kucak dolusu sevgiler deyip sonunada anlamlı anlamsız bir smile ekleyip samimiyetsiz bir şekilde başlayabilmeyi gerçekten isterdim fakat pek mizacıma uygun değil galiba. Uzun zaman önce açtığım fakat bir tülü ilk yazımı toparlayamadığım bloğumu sonunda açmaya karar verdim. Hemde banyoda. Düşüncelerimi yazmak kalabalığın için soyunmak gibi geldiği için herhalde karar aldığım yer çok da manidar olmamış. Tabi beni yazma fikrine alıştıran sadece banyoda çıplak olmam değildi. Daha çok son zamanlarda başlayan okuma hevesim, o heves ki tüm yazılmış kitapları bir anda hafızama yükleme isteği barındırıyor.
Kısa aptal saptal cümlelerle kendimi tanıtmaya çalışmayacağım zira burada bulunma amaçlarımdan biriside kendimi ifade edebilmek. Neden burası derseniz; facebookta aile bireylerin yoğun markajı ve paylaştıklarımdan farklı anlamlar çıkartma çabası, twitterın 140 karaktere sıkıştırmaya çalıştığı duygu ve düşünceler diye birçok neden başka yer olmadığını açıklayabilirim. Bunun yanında alternatifler arasında burayı tercih etmemin sebebi son zamanlarda bloğu ile ilgilendiğim fashionfromsmyrna'dan başkası değil. Teşekkür faslına kazanım yada kayıp faslından sonra geçmeyi tercih edicem. Sonuçta henüz bir bilinmez doğruluk yanlışlık...
İlk yazımı uzatıp sıkıcı bir insan izlenimi vermek istemiyorum; okunacağını ümit ederek yazmak zaten şizofren bir etki yaratıyor, kendime daha fazla eziyet etmeyeyim de diyebiliriz buna tabi. Her konuda bir yorumu olan fakat hiçbir zaman konulara tam hakim olamayan bir insan olarak bir kitap yazamayacağıma karar verdiğimden burada ufak deneme yazıları yazacağım. (Ç)Alıntı bir cümleyle artık selamlama faslını kapatmak istiyorum. Yaşadığınız, nefes aldığınız, gördüğünüz, duyduğunuz dünyayı, olayları bir de benim gözümden görmenizi sağlamak için yazıyor olacağım. Okuyan herkese selam olsun.