Archive for Mayıs 2014
Zeki Müren
Belli günlerde daha doğrusu belli olmayan günlerde belli olmayan modlara girebiliyorum. Bazen bir ses bazen bir doku sebep olabiliyor bu modların sebebi. Misal bugün bir yarışma programında (Selçuk Yöntem'in sunduğu Büyük Risk) duyduğum bir şarkının ardından Zeki Müren moduna girdim.
Zeki Müren benim için çok önemli bir sanatçıdır. Şarkıcı demediğim hususuna dikkatinizi çekmek isterim. Kolay kolay sanatçı deyimini kullanmam. Sanatçı olmak zor zanaat. Çok deşmeyeceğim bu konuyu belki bir gün bunun üzerine ayrı bir yazı yazarım. Bu gün günlerden Zeki Müren ve sadece onun sözleri ve şarkıları üzerine yazmak istiyorum. Zaten şu an hali hazırda hazırlamakta olduğum şarkı listesini yazının sonuna da iliştireceğim. Tamamen kendi dinlediğim sırada olmasına özen gösteriyorum. Gerçi şu anda karışık çalıyor olsa da sanki bir düzen içerisinde gidiyormuş gibi.
Zeki Müren şarkılarında nedense onunla birlikte yaşıyormuş gibi oluyorum. Şu anki şarkı ve şarkıcıları Zeki Müren'le kıyaslama gafletine düşmeyeceğim. Zira gerçekten büyük hayal kırıklığı yaratır bu bende. Şarkılarındaki yaşanmışlık, gerçekçilik, akla yatkınlık, bütünlük şimdiki şarkılarda nerde... Gerçekten yanlış zamanda doğmuşum.
Zeki Müren dinlerken yazmakta güçleşiyor. Yazdığım yazı o kadar boş o kadar anlamsız geliyor ki... Adam yapmış birader daha neyin çabasındasın diyesim geliyor ki sonra kendimle konuşmam hoş karşılanmaz dayatması geliyor gözümün önüne ve demiyorum. Kendi kendine yazanlara aristokrat gözüyle bakanların kendi kendine konuşana deli demesi nasıl bir dilemmadır çok kurcalamayacağım...
Son günlerde daha doğrusu Soma cinayetinden bu yana fotoğraf koyamıyorum instagrama içimden gelmiyor. Buradan özür diliyorum orada beni takip edenlerden. Biliyorum sadece forum yazıları paylaşıyor olmam sıkıcı. Ama bu isteksizliği atmadan fotoğraf koymak pek içimden gelmiyor. Bu hislerde acıları dindirmek, su serpmekle yükümlü insan müsvettelerinin olayları kızıştırma çabalarının etkisi büyük maalesef. Umarım yanlışlarının farkına varırlar varmazlarsa da başımızdan giderler... Ben de en kısa zamanda bu isteksizlikten kurtulurum diyor ve sizleri hazırladığım liste ile baş başa bırakıyorum. Tabi yazıyı okumaya başlamadan çalmaya başlayanlar daha şanslı.
Ben de bir türlü ön izlemede görünmedi sizde de aynı sorun yaşanıyorsa link olarak buradaki youtube linkinden şarkı listesine ulaşabilirsiniz.
Zeki Müren benim için çok önemli bir sanatçıdır. Şarkıcı demediğim hususuna dikkatinizi çekmek isterim. Kolay kolay sanatçı deyimini kullanmam. Sanatçı olmak zor zanaat. Çok deşmeyeceğim bu konuyu belki bir gün bunun üzerine ayrı bir yazı yazarım. Bu gün günlerden Zeki Müren ve sadece onun sözleri ve şarkıları üzerine yazmak istiyorum. Zaten şu an hali hazırda hazırlamakta olduğum şarkı listesini yazının sonuna da iliştireceğim. Tamamen kendi dinlediğim sırada olmasına özen gösteriyorum. Gerçi şu anda karışık çalıyor olsa da sanki bir düzen içerisinde gidiyormuş gibi.
Zeki Müren şarkılarında nedense onunla birlikte yaşıyormuş gibi oluyorum. Şu anki şarkı ve şarkıcıları Zeki Müren'le kıyaslama gafletine düşmeyeceğim. Zira gerçekten büyük hayal kırıklığı yaratır bu bende. Şarkılarındaki yaşanmışlık, gerçekçilik, akla yatkınlık, bütünlük şimdiki şarkılarda nerde... Gerçekten yanlış zamanda doğmuşum.
Zeki Müren dinlerken yazmakta güçleşiyor. Yazdığım yazı o kadar boş o kadar anlamsız geliyor ki... Adam yapmış birader daha neyin çabasındasın diyesim geliyor ki sonra kendimle konuşmam hoş karşılanmaz dayatması geliyor gözümün önüne ve demiyorum. Kendi kendine yazanlara aristokrat gözüyle bakanların kendi kendine konuşana deli demesi nasıl bir dilemmadır çok kurcalamayacağım...
Son günlerde daha doğrusu Soma cinayetinden bu yana fotoğraf koyamıyorum instagrama içimden gelmiyor. Buradan özür diliyorum orada beni takip edenlerden. Biliyorum sadece forum yazıları paylaşıyor olmam sıkıcı. Ama bu isteksizliği atmadan fotoğraf koymak pek içimden gelmiyor. Bu hislerde acıları dindirmek, su serpmekle yükümlü insan müsvettelerinin olayları kızıştırma çabalarının etkisi büyük maalesef. Umarım yanlışlarının farkına varırlar varmazlarsa da başımızdan giderler... Ben de en kısa zamanda bu isteksizlikten kurtulurum diyor ve sizleri hazırladığım liste ile baş başa bırakıyorum. Tabi yazıyı okumaya başlamadan çalmaya başlayanlar daha şanslı.
Ben de bir türlü ön izlemede görünmedi sizde de aynı sorun yaşanıyorsa link olarak buradaki youtube linkinden şarkı listesine ulaşabilirsiniz.
Kuşak Farkı
Kuşaklar arasında her dönem fark yaşanmıştır da galiba bu benim yaşadığım ilk kez olan bir durum. Kendimi çok mu önemsiyorum diye sormuyor değilim aslında. Fakat kendi kuşağım ile çatışmam sizce de garip değil mi ?
Çok sorumsuz bir kuşağa denk geldiğim aşikâr. Hani demiyorum ki ben dört dörtlük sorumlu ve saygılı bir insanım. Fakat gördüğüm saygısızlığa ve bencilliğe dayanmam bazen çok zor olabiliyor. Sadece saygı yönünden olsa yine iyi. Okumayan bir nesil var. Beni tanıyanların sanki şundan 2-3 sene önce sen kitap okuyordun da bundan şikayetçi oluyorsun dediğini duyar gibiyim. Evet ben de roman okumazdım. Oldum olası garip bir insanmışım demek ki. Zira canı sıkıldığında kim açıp da Meydan Larousse okur.
Bir takım konular da vardır ki okumak ya da saygılı olmaktan çok ayrıdır. Misal kütüphanede, müzede, toplu taşıma araçlarında vs. sesli konuşulmaz. Hatta gerekmedikçe konuşulmaz. Bu insan olmanın bir kuralıdır ve kimsenin öğretmesine gerek yoktur. Fakat bakıyorum ki adı üniversiteli olan insanlar bile bu kadarını becermekten aciz.
Benim neslim kötünün iyisiymiş dediğim anlar ise tam bir kabus. Benim nesil en azından bilip de yapmıyor bir çok şeyi. Hiç olmazsa bir azınlık halen bazı şeylere değer veriyor, saygı gösteriyor. Ama şöyle bakıyorum lisedeki, ortaokuldaki ve ilkokuldaki öğrencilere... Durum içler acısı. En önemli nokta paylaşma bilinci sıfır. Babamın anlattığı iki olay ise gayet somut örnekler olacağı için paylaşacağım. Bir gün bir ilkokul öğrencisine sormuş ne olmak istiyorsun diye. Öğrencinin cevabı gayet masumane bir şekilde cumhurbaşkanı olmuş. Hani olayın bu kısmına kadar sorun yok bir çoğumuz başbakan ve cumhurbaşkanı cevabını vermişizdir. Ama neden sorusunun cevabı ürkütücü. "Türkiye'de her meslekte birden fazla kişi çalışıyor ama cumhurbaşkanlığı tek. Benim yaptığım işi bir başkası yapmamalı!" Bakar mısınız ufacık beyine sığan koca ego ve bencilliğe. İkinci olay aynı öğrenci tarafından mıydı değil miydi hatırlamıyorum o da içler acısı. Öğretmeni kendisi parmak kaldırırken nasıl bir başka öğrenciyi kaldırırmış. Bu sadece bir mızmızlanma da değil çıkıyor pencereye intihar etmekle tehdit ediyor öğretmenini... Allah'tan hem sınıf 1. katta hem de ikna ediliyor da kazasız atlatılıyor olay.
Bencillik, duyarsızlık, umursamazlık... Teknoloji çağı olarak atfedilen 21. yüzyıldan sonra herhalde bu üç çağ yaşanacak. Yozlaşmanın bizlere koca bir armağanı olsa gerek bu. Umarım ben yanılırım ve güzel bir nesil beni haksız çıkarır...
Dil...
Atalarımıza ve sözlerine gerçekten saygım sonsuz. Hepsi bir yaşanmışlığın eseri. Örnek "Dil ola kese savaşı, dil ola kestire başı." ya da ne bileyim "Dilim giydirir bana kilim." Konuyu fazla açıkladım galiba giriş bölümünde. Gazetelerin sosyal medyada kullandıkları yöntemi mi kullansam acaba. Okusanız okusanız da sonuca varamasanız son satıra kadar. Şikayet etmeden duramıyorum bazı zamanlar, huyum kurusun.
Dil bir devleti devlet yapan temel unsurlardan birisidir. Öyle ki dili olmayan bir devlet ancak ve ancak bir başka devletin kuklası olabiliyor. Kimi zaman bir devleti çökerten dil kimi zaman bir devletin insanlarını ölümden kurtarmıştır. Ama nedense insanoğlu dilin hep kötü tarafını görür. Belki de hafızamızın iyi olayları ötelemesindendir bilinmez...
İnsan beynini anlamak gerçekten güç. Sen koca bir vücuda hükmet gel gelelim bir dile hakim olama. Vücudumuzu dünya olarak görürsek dil herhalde Türkiye'nin olduğu bölge olurdu. Sürekli yönlendireni farklı. Beyinden kalbe hatta daha tehlikeli organların bile dile hükmettiği aşikar. İşte bazen de başına buyruk çıkışlar yapıyor.
Ben bir de parmaklarıma hakim olamıyorum galiba. Zira şu anda konu dil olmamalıydı. Kafanda o kadar konu tasarla, düşün, taşın sonra gel seni zor durumda bırakmaktan başka bir işe yaramayan dil hakkında yazı yaz. Uzun süre o çekilmez dizi 80'lere katlandım halbuki ben. Ne çok özenirdim oradaki dilsiz karakterine. Gerçi bizimkilerde de vardı bir dilsiz ama o konuşmaya çok meyilliydi. Hebe, Hübe de dese bir konuşma çabası vardı.
Rom pert durumda bende. Ne kadar zorlarsam zorlayayım bu konuyu tamamlamadan remdeki işlemleri yapamayacak. Gerçi şu yazı da bile defalarca suçladığım dil, bir çok kez de suçsuz olmasına rağmen suçlanmıştır. Örneğin hiç kimsenin okumayacağını bilmeme rağmen yazıyor olmam beni deli göstermezken, kendi kendime konuşsam deli ilan edilirim. Hani hiç kimse derken bir kaç sadece ben yazdığım için okuyan arkadaşımı es geçmek istemem onlar kıymetli. Bir de sadece ne oldu bu çocuk anarşist mi olacak da yazmaya başladı diye okuduğunu düşündüğüm yakinim olan insanlar var :) Yazılarıma gülücük de koydurdular ya helal onlara.
İç sesime hakim olmak zor. Yakında kalem defter taşımaya başlayacağım kafamdaki zırvaları toparlamak için. Böyle durduk yere yazmaya başlayınca ne konuyu toparlayabiliyorum ne de bir konu oluşturabiliyorum. Kafamdakiler de çıkmıyor tam. Neyse siz siz olun bir avuç kan tükürerek uyanmak istemiyorsanız elinize ve dilinize hakim olun. Haaa buradaki eline hakim olmak eline, diline, beline hakim olmak deyimindeki gibi değil. Devir değişti artık el mesaj yazmak gibi anlamlara da gelebiliyor. Gerçi kim bilir belki ilk söyleyen mektubu kastetmişti...
Dil bir devleti devlet yapan temel unsurlardan birisidir. Öyle ki dili olmayan bir devlet ancak ve ancak bir başka devletin kuklası olabiliyor. Kimi zaman bir devleti çökerten dil kimi zaman bir devletin insanlarını ölümden kurtarmıştır. Ama nedense insanoğlu dilin hep kötü tarafını görür. Belki de hafızamızın iyi olayları ötelemesindendir bilinmez...
İnsan beynini anlamak gerçekten güç. Sen koca bir vücuda hükmet gel gelelim bir dile hakim olama. Vücudumuzu dünya olarak görürsek dil herhalde Türkiye'nin olduğu bölge olurdu. Sürekli yönlendireni farklı. Beyinden kalbe hatta daha tehlikeli organların bile dile hükmettiği aşikar. İşte bazen de başına buyruk çıkışlar yapıyor.
Ben bir de parmaklarıma hakim olamıyorum galiba. Zira şu anda konu dil olmamalıydı. Kafanda o kadar konu tasarla, düşün, taşın sonra gel seni zor durumda bırakmaktan başka bir işe yaramayan dil hakkında yazı yaz. Uzun süre o çekilmez dizi 80'lere katlandım halbuki ben. Ne çok özenirdim oradaki dilsiz karakterine. Gerçi bizimkilerde de vardı bir dilsiz ama o konuşmaya çok meyilliydi. Hebe, Hübe de dese bir konuşma çabası vardı.
Rom pert durumda bende. Ne kadar zorlarsam zorlayayım bu konuyu tamamlamadan remdeki işlemleri yapamayacak. Gerçi şu yazı da bile defalarca suçladığım dil, bir çok kez de suçsuz olmasına rağmen suçlanmıştır. Örneğin hiç kimsenin okumayacağını bilmeme rağmen yazıyor olmam beni deli göstermezken, kendi kendime konuşsam deli ilan edilirim. Hani hiç kimse derken bir kaç sadece ben yazdığım için okuyan arkadaşımı es geçmek istemem onlar kıymetli. Bir de sadece ne oldu bu çocuk anarşist mi olacak da yazmaya başladı diye okuduğunu düşündüğüm yakinim olan insanlar var :) Yazılarıma gülücük de koydurdular ya helal onlara.
İç sesime hakim olmak zor. Yakında kalem defter taşımaya başlayacağım kafamdaki zırvaları toparlamak için. Böyle durduk yere yazmaya başlayınca ne konuyu toparlayabiliyorum ne de bir konu oluşturabiliyorum. Kafamdakiler de çıkmıyor tam. Neyse siz siz olun bir avuç kan tükürerek uyanmak istemiyorsanız elinize ve dilinize hakim olun. Haaa buradaki eline hakim olmak eline, diline, beline hakim olmak deyimindeki gibi değil. Devir değişti artık el mesaj yazmak gibi anlamlara da gelebiliyor. Gerçi kim bilir belki ilk söyleyen mektubu kastetmişti...
Kaybettim
Bu karikatürdeki kadar bir şey beklemedim ki ben insanlardan. Belki de kavramlara verdiğimiz anlamlar farklı. Örneğin yas kavramı...
Benim için yas hayatın akışını durdurmak değil. Ya da ne bileyim mutsuz ve karamsar olmak da değil. Sabahlara kadar ağlamak hiç değil. Peki ne yapar bu murmur yas tutarken. Sokakta yüksek sesle gülmez mesela, herkese anlık mutluluk ve sevinçlerini paylaşmaz mesela. Günlük hayatına devam eder. İşe gider, işten gelir, yemeğini aynı saatte yer ama az ama çok midesi aldığınca. Sözün kısası günlük hayatından vazgeçmez.
Son yıllarda insanların bir gerçek bir de sanal yaşamı mevcut. Sanal kelimesi bence yanlış yorumlanıyor. İşin ismi sanal diye bu alemde söylediklerini ve yaptıklarını kendisine mâl etmeyenler bile var. Ama buradaki sanallık aynalardaki sanal görüntü gibi. Aynalar belki ufak gösterir belki dev ama sonuç olarak sizi göstermez mi? Ya da gerçek kimliğinizi değiştirebilir mi ? İşte sanal alem yani internet ortamı da aynen böyle. Gerçek hayatta bir yas varken insanlar matem tutarken ne yediğini, ne içtiğini, o gün ne giydiğini yada ne kadar güzel güldüğünü paylaşmanın ne önemi var.
Yaşadığımız kaza süsü verilmiş cinayetin ardından gerçekten çok üzgündüm ve insanların umursamazlığı beni gerçekten sinirlendiriyordu. Hatta sosyal medyada bir de yazı paylaştım. Eğer alınan olduysa ki oldu biliyorum özür diliyorum. Ama o yazıyı paylaşmasam kişisel olarak kırardım sizi. Ama sakın yanlış da anlamayın o yazdıklarımdan pişman değilim. İlk günler öfkelenirken artık sadece üzülüyorum. Biz bu hale nasıl geldik diyorum. İnsanlardaki eksiklere hep üzüldüm, hayatımda hep tüm insanların herhangi bir ihtiyacının olmadığı bir dünyayı hayal ettim. Bu sebepten insanların eksikliklerini gördüğümde üzüldüm. Ama vicdan eksikliği herhalde en çok üzüldüğüm konu oldu son günlerde.
Bu blogu ilk açtığımda hayalim kendi kimliğimden ve kendi çevremden sıyrılıp biraz daha özgürce yazmaktı. Hani sanal dünya yalanı ile değil de evcilik oynarken büyüklerine ne oynadığını söylemeyi çekinen bir çocuk edasındaydı bu isteğim. Ama pek olmadı. Bu sebepten yeni yazıları artık instagramda ve facebookta da duyuracağım. Acaba şu insanlar ne der, bu insanlar ne konuşur gibi kaygılardan sıyrılmak sadece yazarların harcıymış çok iyi kavradım. Yazıyı da daha fazla uzatmayayım ve bitireyim artık. Hepinizin koskocaman vicdanlara sahip olmanızı dilerim. Bir sonraki yazıda görüşürüz.
Benim için yas hayatın akışını durdurmak değil. Ya da ne bileyim mutsuz ve karamsar olmak da değil. Sabahlara kadar ağlamak hiç değil. Peki ne yapar bu murmur yas tutarken. Sokakta yüksek sesle gülmez mesela, herkese anlık mutluluk ve sevinçlerini paylaşmaz mesela. Günlük hayatına devam eder. İşe gider, işten gelir, yemeğini aynı saatte yer ama az ama çok midesi aldığınca. Sözün kısası günlük hayatından vazgeçmez.
Son yıllarda insanların bir gerçek bir de sanal yaşamı mevcut. Sanal kelimesi bence yanlış yorumlanıyor. İşin ismi sanal diye bu alemde söylediklerini ve yaptıklarını kendisine mâl etmeyenler bile var. Ama buradaki sanallık aynalardaki sanal görüntü gibi. Aynalar belki ufak gösterir belki dev ama sonuç olarak sizi göstermez mi? Ya da gerçek kimliğinizi değiştirebilir mi ? İşte sanal alem yani internet ortamı da aynen böyle. Gerçek hayatta bir yas varken insanlar matem tutarken ne yediğini, ne içtiğini, o gün ne giydiğini yada ne kadar güzel güldüğünü paylaşmanın ne önemi var.
Yaşadığımız kaza süsü verilmiş cinayetin ardından gerçekten çok üzgündüm ve insanların umursamazlığı beni gerçekten sinirlendiriyordu. Hatta sosyal medyada bir de yazı paylaştım. Eğer alınan olduysa ki oldu biliyorum özür diliyorum. Ama o yazıyı paylaşmasam kişisel olarak kırardım sizi. Ama sakın yanlış da anlamayın o yazdıklarımdan pişman değilim. İlk günler öfkelenirken artık sadece üzülüyorum. Biz bu hale nasıl geldik diyorum. İnsanlardaki eksiklere hep üzüldüm, hayatımda hep tüm insanların herhangi bir ihtiyacının olmadığı bir dünyayı hayal ettim. Bu sebepten insanların eksikliklerini gördüğümde üzüldüm. Ama vicdan eksikliği herhalde en çok üzüldüğüm konu oldu son günlerde.
Bu blogu ilk açtığımda hayalim kendi kimliğimden ve kendi çevremden sıyrılıp biraz daha özgürce yazmaktı. Hani sanal dünya yalanı ile değil de evcilik oynarken büyüklerine ne oynadığını söylemeyi çekinen bir çocuk edasındaydı bu isteğim. Ama pek olmadı. Bu sebepten yeni yazıları artık instagramda ve facebookta da duyuracağım. Acaba şu insanlar ne der, bu insanlar ne konuşur gibi kaygılardan sıyrılmak sadece yazarların harcıymış çok iyi kavradım. Yazıyı da daha fazla uzatmayayım ve bitireyim artık. Hepinizin koskocaman vicdanlara sahip olmanızı dilerim. Bir sonraki yazıda görüşürüz.
Ka(e)der...
Kadere iman; İslam dininde imanım şartlarından birisi. Peki güzel kardeşim kadere iman mı et demiş tap mı demiş? Nedir bu kadercilik furyası. Yüzlerce kişinin ardından sen çık de ki kader bu işin fıtratı bu. Aklına gelmediğindendir muhtemelen yoksa şu cümleyi de kurardı zat-ı muhterem(!)"Kaderden kaçılmaz. Bu olay olmasa da ölürlerdi başka şekilde." Eee o zaman cinayet suçundan yatanları salalım gitsin. Nasıl olsa eceli gelmeyeni kimse öldüremiyor, cinayet işleyen Azrail'in kolu. Bu nasıl bir mantıktır anlam vermek güç.
Türkiye'deki toplumsal olayların da bir kaderi var galiba. Açılış hükümeti, iktidarı yuhalama, eylemler yapma, sonra sivil örgütlerin isim yapma çabası, eee zenginler hiç dua almasın mı sonrasında bir yardım gösterisi (gösteri diyorum zira şölenler eşliğinde reklam olsun diye yapılan etkinlikler) ya sonra? İlk önce haberlerden silinir, sonra kandırılarak ya da ikna(!) edilen yakınların ağzına bal sürüp susturma, ilk yıl dönümde gidip maden kapısına çelenk koyma... Tabi bu işin de kaderi böyle. Ölürsün ama boşu boşuna, ölümün önemsizdir. Ölümün dolusu mu olur bre pervasız diyebilirsiniz. Örnek vereyim kendi şehrimden; Şehitkamil süngü ile çok acı bir şekilde öldürüldü. Ne değişti? Koca bir destan olan Gaziantep Savunması başladı. Cemal'in canı Şehitkamil'den daha mı değersizdi? Neden Türkiye'de hiçbir şey değişmiyor? Kader...
Çaresizlik anlarımızda bazı kelimelerin ardına saklanıyoruz. Ama onlar sadece bir kelime. Akıllı insanları kandıramaz o kelimeler. Bu da demek oluyor ki pek akıllı insan yaşamıyor yaşadığımız coğrafyada... Daha somut örnek mi ? Eset-Esad desem? Burada daha sadece okunuş değişmiş kelime aynı yani...
Kader kelimesi ne zaman bizi çemberinden çıkarır bilmiyorum. Ama nasıl çıkılır yolu biliyorum. Eğer biz yeterli eğitim ve donanıma sahip olursak kimse bizi böyle saçmalıklarla kandıramaz. Eğer düzene karşı çıkmak istiyorsanız, kaderi yıkmak istiyorsanız sokaklarda anlamsız eylemlere katılmayın. Kültürlü, cahil, okumuş, okumamış diye ayırt etmeden herkese izah edin. Devir sokağa çıkarak kendini anlatma devri değil, evlerde konuşup ikna ederek kendini anlatma devri. Konu bütünlüksüz yazıma artık son veriyorum. Ama azat edin üzgünken en fazla bu kadar oluyor...
Türkiye'deki toplumsal olayların da bir kaderi var galiba. Açılış hükümeti, iktidarı yuhalama, eylemler yapma, sonra sivil örgütlerin isim yapma çabası, eee zenginler hiç dua almasın mı sonrasında bir yardım gösterisi (gösteri diyorum zira şölenler eşliğinde reklam olsun diye yapılan etkinlikler) ya sonra? İlk önce haberlerden silinir, sonra kandırılarak ya da ikna(!) edilen yakınların ağzına bal sürüp susturma, ilk yıl dönümde gidip maden kapısına çelenk koyma... Tabi bu işin de kaderi böyle. Ölürsün ama boşu boşuna, ölümün önemsizdir. Ölümün dolusu mu olur bre pervasız diyebilirsiniz. Örnek vereyim kendi şehrimden; Şehitkamil süngü ile çok acı bir şekilde öldürüldü. Ne değişti? Koca bir destan olan Gaziantep Savunması başladı. Cemal'in canı Şehitkamil'den daha mı değersizdi? Neden Türkiye'de hiçbir şey değişmiyor? Kader...
Çaresizlik anlarımızda bazı kelimelerin ardına saklanıyoruz. Ama onlar sadece bir kelime. Akıllı insanları kandıramaz o kelimeler. Bu da demek oluyor ki pek akıllı insan yaşamıyor yaşadığımız coğrafyada... Daha somut örnek mi ? Eset-Esad desem? Burada daha sadece okunuş değişmiş kelime aynı yani...
Kader kelimesi ne zaman bizi çemberinden çıkarır bilmiyorum. Ama nasıl çıkılır yolu biliyorum. Eğer biz yeterli eğitim ve donanıma sahip olursak kimse bizi böyle saçmalıklarla kandıramaz. Eğer düzene karşı çıkmak istiyorsanız, kaderi yıkmak istiyorsanız sokaklarda anlamsız eylemlere katılmayın. Kültürlü, cahil, okumuş, okumamış diye ayırt etmeden herkese izah edin. Devir sokağa çıkarak kendini anlatma devri değil, evlerde konuşup ikna ederek kendini anlatma devri. Konu bütünlüksüz yazıma artık son veriyorum. Ama azat edin üzgünken en fazla bu kadar oluyor...
SOMA!
Ne yazılır ki olanlarla ilgili. Ama içim içimi yiyor yazmazsam kafayı yiyeceğim. Sadece beni mi böyle etkiledi bu olay. Ben de mi sorun var.
Gün boyunca normal davranabilmek için dudağımın içini ısırdım yara oldu. Haberleri okurken gözümden akan yaşa engel olamıyorum. Serde erkeklik var ya saklama çabası... Allah'dan gözlük camları büyükte dışa belli etmiyor. Sanki hüngür hüngür ağlasam etrafımdaki insanlar deli dese bir şey değişecek hayatımda. Yorgun, dalgın bir gün... İçe attıkça sarstı beni.
Öğlen iki durak kaçırdım ineceğim yeri. İndiğimde burası neresi dedim çok iyi tanımakla övündüğüm şehrin orta yerinde. Toparlamam uzun sürmedi iyi ki. Tüm gün boyunca kendimi dışarıdan izledim. Çok uzaktım kendime çünkü düşündüğümü hissettiğimi söyleyemiyor yaşayamıyordum. Etrafımda da birilerinin hissettiklerimin birazını bile görsem belki huzur bulacağım...
Sabah sosyal medyada dedim yasım bitene kadar beddua küfür yok diye. Ama bu adamlar yastan, kederden de anlamıyor. Sen bu ülkenin başbakanısın sevilirsin, sevilmezsin. Ama çıkıp cinayeti savunursa, 100 sene önce burada, 50 sene önce şurada şu kadar insan öldü, daha dünya rekorunu Çin'den almadık derse sonrasında dinden, ahlaktan, onurdan, şereften, haysiyetten bahsederse 3-5 kelimeyi de hak eder bence. Ama blogumda onun seviyesine düşmeyeceğim. Bakanların aymaz ifadelerine ise hiç yer vermeyeceğim...
Vakit çok geç değil. Bir hayat bir hayattır. Bazen bir hayat o evin direğiyse birden fazla hayat da eder. Cinayete kurban giden işçi kardeşlerimizin de kemiklerini rahat ettirmek istiyorlarsa yas süresi bitmeden gerekli kanunlar hazırlanır ve meclisten çıkar. Belki gideni geri döndürmez ama gidişlere bir ket vurur.
Daha yazacak çok şey var. Kararan umutlar, kocasız kalan eşler, babasız kalan çocuklar, evlatsız kalan anneler... Tek ortak nokta kalplerdeki acı. Şu an benim kalbimi titreten acı. Ama en acısı da ne biliyor musunuz? Şimdi feryat figan hükümet ıslıklanır, gazeteler, radyolar bangır bangır bağırır, gösteriler olur yürüyüşler olur, olaylar her toplumsal olaydaki gibi kahramanlarını yaratır... Ya sonra 3 gün, 5 gün sonra? Susar herkes. Ölümden bile daha sessiz olur bu konuda. Herkes unutur, hatalar gömülür. İşte esas çaresizlik bu, insanı içten içe kemiren soğukluk bu. Umarım yüzlerce insan boşu boşuna öldü demeyiz. Onların hayatları bir şeyleri değiştirmiş olur...
Gün boyunca normal davranabilmek için dudağımın içini ısırdım yara oldu. Haberleri okurken gözümden akan yaşa engel olamıyorum. Serde erkeklik var ya saklama çabası... Allah'dan gözlük camları büyükte dışa belli etmiyor. Sanki hüngür hüngür ağlasam etrafımdaki insanlar deli dese bir şey değişecek hayatımda. Yorgun, dalgın bir gün... İçe attıkça sarstı beni.
Öğlen iki durak kaçırdım ineceğim yeri. İndiğimde burası neresi dedim çok iyi tanımakla övündüğüm şehrin orta yerinde. Toparlamam uzun sürmedi iyi ki. Tüm gün boyunca kendimi dışarıdan izledim. Çok uzaktım kendime çünkü düşündüğümü hissettiğimi söyleyemiyor yaşayamıyordum. Etrafımda da birilerinin hissettiklerimin birazını bile görsem belki huzur bulacağım...
Sabah sosyal medyada dedim yasım bitene kadar beddua küfür yok diye. Ama bu adamlar yastan, kederden de anlamıyor. Sen bu ülkenin başbakanısın sevilirsin, sevilmezsin. Ama çıkıp cinayeti savunursa, 100 sene önce burada, 50 sene önce şurada şu kadar insan öldü, daha dünya rekorunu Çin'den almadık derse sonrasında dinden, ahlaktan, onurdan, şereften, haysiyetten bahsederse 3-5 kelimeyi de hak eder bence. Ama blogumda onun seviyesine düşmeyeceğim. Bakanların aymaz ifadelerine ise hiç yer vermeyeceğim...
Vakit çok geç değil. Bir hayat bir hayattır. Bazen bir hayat o evin direğiyse birden fazla hayat da eder. Cinayete kurban giden işçi kardeşlerimizin de kemiklerini rahat ettirmek istiyorlarsa yas süresi bitmeden gerekli kanunlar hazırlanır ve meclisten çıkar. Belki gideni geri döndürmez ama gidişlere bir ket vurur.
Daha yazacak çok şey var. Kararan umutlar, kocasız kalan eşler, babasız kalan çocuklar, evlatsız kalan anneler... Tek ortak nokta kalplerdeki acı. Şu an benim kalbimi titreten acı. Ama en acısı da ne biliyor musunuz? Şimdi feryat figan hükümet ıslıklanır, gazeteler, radyolar bangır bangır bağırır, gösteriler olur yürüyüşler olur, olaylar her toplumsal olaydaki gibi kahramanlarını yaratır... Ya sonra 3 gün, 5 gün sonra? Susar herkes. Ölümden bile daha sessiz olur bu konuda. Herkes unutur, hatalar gömülür. İşte esas çaresizlik bu, insanı içten içe kemiren soğukluk bu. Umarım yüzlerce insan boşu boşuna öldü demeyiz. Onların hayatları bir şeyleri değiştirmiş olur...
Erkekler
Çok peşin hükümlüyüm gerçekten. Başladım çerezimi alıp filmi izlemeye. Aslında amacım kafamı dinlendirmekti. Genelde kafam sakinlesin istediğimde ya çizgi film izlerim ya da 3. sınıf bir film. İkisi de düşünmeyi yorumlamayı çok gerektirmez.
Bu gün kafamı dinlendirmeye çok ihtiyacım vardı. Yorucu bir haftayı geride bıraktım ve bir tek elimde pazarım vardı. Tabi alıştım son iki haftadır hafta ortası tatile yoruldu tüm bünye. Biraz uykuyla fiziksel yorgunluğu çözerim de işte kafa yorgunluğu için ya fotoğraf ya da film şart oluyor. Gerçi fotoğraf riskli işler yolunda gitmeyince bir keder çökmüyor değil. Neyse ben bu hafta film izlemeyi tercih ettim. Sinemadayken para vermeye kıyamadığım bir filme denk geldim ve izledim. "Erkekler"
Her erkek ömründe en az bir kere "Erkekler" filmini izlemeli. Afişin üstündeki iki hüsran filmin ardından bunu söyleten yapımcıyı da tebrik etmek lazım. Diyeceksiniz ki kadınlar izlemesin mi? İzlesinler tabi ayrımcılık yok da film erkekler olarak toplu bir öz eleştiri içerisinde. Kadınlar için sadece bir film fakat erkekler için okutulması gereken bir ders adeta.
Yanlışlarımı yüzüme tokat gibi vurdu, aradığımı ve cümlelere dökemediğimi önüme serdi Ali Poyrazoğlu ve ekibi. Gerçekten keyifli bir film olmuş. İzlemek isteyenlere kesinlikle tavsiye ediyorum. Sözlerimi güzel bir Balzac sözü ile sonlandırmak istiyorum. "Aşkın gıdası güvendir..."
Bu gün kafamı dinlendirmeye çok ihtiyacım vardı. Yorucu bir haftayı geride bıraktım ve bir tek elimde pazarım vardı. Tabi alıştım son iki haftadır hafta ortası tatile yoruldu tüm bünye. Biraz uykuyla fiziksel yorgunluğu çözerim de işte kafa yorgunluğu için ya fotoğraf ya da film şart oluyor. Gerçi fotoğraf riskli işler yolunda gitmeyince bir keder çökmüyor değil. Neyse ben bu hafta film izlemeyi tercih ettim. Sinemadayken para vermeye kıyamadığım bir filme denk geldim ve izledim. "Erkekler"
Her erkek ömründe en az bir kere "Erkekler" filmini izlemeli. Afişin üstündeki iki hüsran filmin ardından bunu söyleten yapımcıyı da tebrik etmek lazım. Diyeceksiniz ki kadınlar izlemesin mi? İzlesinler tabi ayrımcılık yok da film erkekler olarak toplu bir öz eleştiri içerisinde. Kadınlar için sadece bir film fakat erkekler için okutulması gereken bir ders adeta.
Yanlışlarımı yüzüme tokat gibi vurdu, aradığımı ve cümlelere dökemediğimi önüme serdi Ali Poyrazoğlu ve ekibi. Gerçekten keyifli bir film olmuş. İzlemek isteyenlere kesinlikle tavsiye ediyorum. Sözlerimi güzel bir Balzac sözü ile sonlandırmak istiyorum. "Aşkın gıdası güvendir..."
Anneler Günü
En pahalı hediye en güzel hediye mantığında olanlar, sadece anneler gününde annesine güzel söz söyleyenler (tüm gün bile değil sadece kutlarken), günü kurtarmak için ufak süprizler hazırlayanlar, hiç böyle bir gün yokmuş gibi davrananlar, benim annem zaten bu tarz günleri ve kutlamaları sevmez diyenler... Türlü türlü evlat var. Bunların hepsi de eyvallah denecek evlatlar aslında. Anne babasına kötü davranan, onları yanında istemeyen evlatların yaşadığı bir çağda yaşıyoruz maalesef.
Ben hangi evlat kategorisine giriyorum acaba merak ediyorum. Belki hepsine belki de hiç birine. Ama hangi tip çocuk olmak istediğimi gayet iyi biliyorum. Olamayacağımı da biliyorum. Çünkü büyüdük ve kirlendik. Çocukluğumuzdaki saf duygularımız yok artık. Sadece annelerimize de değil üstelik.
Basit bir resim ile kutladığımız günler... Ne kadar geride kaldılar değil mi ? O saflık, o temiz sevgi... Hani diyoruz ya dünyanın en zor işidir anne-baba olma. Belki de bu kadar zor bir işin mükafatı bu sonsuz sevgi. O anki duygularımızı belki hatırlayamayacağız ya da ne bileyim o anki kadar saf olmayacak belki sevgimiz. En azından bu özel günde hatırlayalım o günleri. Nasıl sevdiğimizi. Yapamasak da o saf sevgimizi taklit edelim.
Yapamayacağım bir şeyi tavsiye etmiyorumdur umarım. Tüm annelerin anneler gününü kutlar, sevgi dolu, çocuklarıyla birlikte bir ömür dilerim...
Ben hangi evlat kategorisine giriyorum acaba merak ediyorum. Belki hepsine belki de hiç birine. Ama hangi tip çocuk olmak istediğimi gayet iyi biliyorum. Olamayacağımı da biliyorum. Çünkü büyüdük ve kirlendik. Çocukluğumuzdaki saf duygularımız yok artık. Sadece annelerimize de değil üstelik.
Basit bir resim ile kutladığımız günler... Ne kadar geride kaldılar değil mi ? O saflık, o temiz sevgi... Hani diyoruz ya dünyanın en zor işidir anne-baba olma. Belki de bu kadar zor bir işin mükafatı bu sonsuz sevgi. O anki duygularımızı belki hatırlayamayacağız ya da ne bileyim o anki kadar saf olmayacak belki sevgimiz. En azından bu özel günde hatırlayalım o günleri. Nasıl sevdiğimizi. Yapamasak da o saf sevgimizi taklit edelim.
Yapamayacağım bir şeyi tavsiye etmiyorumdur umarım. Tüm annelerin anneler gününü kutlar, sevgi dolu, çocuklarıyla birlikte bir ömür dilerim...
Odaksız
İnsan bazen sorunlarıyla yüzleşemez. En azından sesli yada yazılı olarak dile getiremez. Bu da benim hayattaki en büyük sorunum olsa gerek... "Odaksızlık"
Farklı bir pencereye geçeyim hemencecik. Çok odaklı da diyebilirsiniz benim sorunuma. Sonuçta net bir odağın olmadığı anlamına gelir. Kimileri bendeki bu hatayı övmek için bu söz grubunu sever. "Çok odaklı"
Kendimi keşfetmeye başladığım yıllardan bu yana haberdarım aslında. Kimi zaman sorun olarak gördüm kimi zaman da bu yanımı övenlerin akımına uydum. Ama şu basit blogda bile görebilirsiniz. Odaklanamıyorum her şey bulanık, her şey dağınık. Konu bütünlüğü yok. Bir gün bu soruna çözüm olacak bir gözlük ile tanışır mıyım bilinmez. Ama net olarak şunu biliyorum ki bu bende kalıcı bir hasar. Dışarıdan müdahale edilmeksizin düzelmez. Ameliyat istemem herhalde, ilacı sevmem, geriye tek seçenek olan gözlük kalıyor. Peki nereden nasıl bulacağım hayatıma uyan gözlüğü?
Gözlerimiz için gözlük seçerken dahi binbir sorun çıkabilir. Göz kabul etmez, burun kemiğini zorlar, baş ağrısı yapar... Sadece gözümüz için bile doğru gözlüğü bulmak bu kadar sıkıntılıyken nasıl başarıp da hayat gözlüğümü bulurum inanın bilmiyorum. Şu metni annem okusa evlenmek mi istiyorsun oğlum diye sorardı muhtemelen. Belki de okuyanların çoğunluğu bu gözlük metaforunu bir dişi olarak, bir eş olarak görebilir. Hoş hepi topu kaç kişi okuyorsa. Ama bu yanıltıcı bir kısıtlama olur. Yeri geliyor okuduğum bir kitap, yeri geliyor dinlediğim bir müzik ne bileyim yeri geliyor baba nasihatı bile bir gözlüğe bürünüp hayatı netliyor. Ama bu yetmiyor. Hayata tutunmak istiyorsan çok daha fazlasını yapman gerekiyor.
Tutunamayanları bitirdiğin gün tutunmak üzerine çabalar gösterdiğini söylemek nasıl bir yüzsüzlüktür bilmiyorum artık. Yorum sizin. Sigara içen büyüğün küçüğüne "Sigara içme." diye nasihat etmesi gibi kalacak şu sözlerim. Ama siz siz olun net bir hedefe yürüyün. İzleri çok takip etmeyin. Tercih edin ama takip etmeyin dersem daha doğru olur. Eğer net bir hedefiniz yoksa araf en uğrak mekanınız olur. Güzel günler dilerim...
Farklı bir pencereye geçeyim hemencecik. Çok odaklı da diyebilirsiniz benim sorunuma. Sonuçta net bir odağın olmadığı anlamına gelir. Kimileri bendeki bu hatayı övmek için bu söz grubunu sever. "Çok odaklı"
Kendimi keşfetmeye başladığım yıllardan bu yana haberdarım aslında. Kimi zaman sorun olarak gördüm kimi zaman da bu yanımı övenlerin akımına uydum. Ama şu basit blogda bile görebilirsiniz. Odaklanamıyorum her şey bulanık, her şey dağınık. Konu bütünlüğü yok. Bir gün bu soruna çözüm olacak bir gözlük ile tanışır mıyım bilinmez. Ama net olarak şunu biliyorum ki bu bende kalıcı bir hasar. Dışarıdan müdahale edilmeksizin düzelmez. Ameliyat istemem herhalde, ilacı sevmem, geriye tek seçenek olan gözlük kalıyor. Peki nereden nasıl bulacağım hayatıma uyan gözlüğü?
Gözlerimiz için gözlük seçerken dahi binbir sorun çıkabilir. Göz kabul etmez, burun kemiğini zorlar, baş ağrısı yapar... Sadece gözümüz için bile doğru gözlüğü bulmak bu kadar sıkıntılıyken nasıl başarıp da hayat gözlüğümü bulurum inanın bilmiyorum. Şu metni annem okusa evlenmek mi istiyorsun oğlum diye sorardı muhtemelen. Belki de okuyanların çoğunluğu bu gözlük metaforunu bir dişi olarak, bir eş olarak görebilir. Hoş hepi topu kaç kişi okuyorsa. Ama bu yanıltıcı bir kısıtlama olur. Yeri geliyor okuduğum bir kitap, yeri geliyor dinlediğim bir müzik ne bileyim yeri geliyor baba nasihatı bile bir gözlüğe bürünüp hayatı netliyor. Ama bu yetmiyor. Hayata tutunmak istiyorsan çok daha fazlasını yapman gerekiyor.
Tutunamayanları bitirdiğin gün tutunmak üzerine çabalar gösterdiğini söylemek nasıl bir yüzsüzlüktür bilmiyorum artık. Yorum sizin. Sigara içen büyüğün küçüğüne "Sigara içme." diye nasihat etmesi gibi kalacak şu sözlerim. Ama siz siz olun net bir hedefe yürüyün. İzleri çok takip etmeyin. Tercih edin ama takip etmeyin dersem daha doğru olur. Eğer net bir hedefiniz yoksa araf en uğrak mekanınız olur. Güzel günler dilerim...
Oğuz Atay - Tutunamayanlar
Bilmiyorum bu kitabı eleştirebilecek bilgi, birikim ve deneyimim var mı. Aslın da bal gibi de biliyorum fakat itirafı çok da kolay olmuyor. Kitap hakkında yorum yapmam pek de doğru olmayacak ama henüz okumamış olanlar için de 3-5 kelime söylemem herhalde kazanımlarımın zekatı olacak.
Kitabı okumaya kalkacaksanız baştan bilmelisiniz ki sade, akıcı, anlaşılır bir dil beklemeyin asla. Açılışta bir çok karakter ile kafa bulandırsa da sonra her şey yerine oturuyor. Kesinlikle bir yazar bilgi ve deneyimiyle yazılmış bir kitap değil. Her sözünün altında ek bir anlam aramalı mısınız? Evet aramalısınız. Belli bir noktada kitaptan kopacaksınız. Sabırlı olmalısınız ve okumaya devam etmelisiniz. Gerçekten ne hayal ne gerçek hangisi kimin hayali hepsi birbirine giriyor. Bu karmaşadan sağ çıkmak zor.
En önemli uyarıyı çok da sona atmak istemiyorum. Eğer intihara meyilliyseniz ve kitabı sonuna kadar okumaya iradeniz olmayacaksa sakın ha sakın başlamayın kitaba. İşin garip tarafı intihar fikriniz yoksa ama hayata daha zayıf tutunanlardansanız bu kitap hayat ile aranızı yapacak bir çöpçatan kisvesine bürünüyor adeta. Yazan kişinin zekasını her an görmek mümkün. Keşke daha kolay bir dille anlatsaydı dedirtmiyor değil.
Yorumlarda tutarsız oldu ama ne yapabilirim ki. Kitap tutarlı değildi ayrı ayrı günlerde çekilen dizilerin bölümleri gibi dengesiz bölümleri vardı. İnişler çıkışlar... Bittiğinde sevdiğim bir dizi bitmişcesine boşluğa düşmem de bundan kaynaklanabilir. Eeee haftaya yeni bölüm oynamayacak mı şimdi demedim desem yalan olur. Zaten 3 ayı geçkin bir sürede okuduğum için hayatıma sekron olmuştu.
Bütün aksiliklere, kötü yorumlarıma rağmen kitap bittiğinde ilk sayfaya dönüp yeniden okumaya başlamamak için zor tuttum kendimi. Bu seferlik engel olsam da ömrüm yeterse bir kez daha okuyacağıma eminim. Bu arada instagramdaki bir yanlış anlaşılmayı düzelterek bitireyim yazımı. Ben uzun yıllar süren bir eğitim hayatına halen devam etmekte olan bir mühendis adayıyım. Bir mühendisi en iyi mühendis anlar sözüm hani karşımdaki meslekleri küçümseme olarak anlaşılmış ama kesinlikle böyle bir niyetim yok. Sırf mesleklerini üstün gördükleri için doktorlara bozukken bunu yapmam haksızlık olurdu. Ama şu bir gerçek mühendislik eğitimi alan kişilerin beyni biraz farklı çalışır. Kesinlikle daha iyi demem ama iki nokta arasındaki en kısa yolu bulmak için programlanmıştır mühendisler. Asla söyleyeceklerini direk olarak söylemeyi tercih etmezler. Biraz sıkıntılı tiplerdir anlayacağınız. İşte tüm bu saydıklarımdan ötürü bu kitabı en iyi mühendisler yorumlar. Kafa aynı şekilde çalışıyor yazar ile yapacak bir şey yok. Eğer kırdıysam saygısızlık ettiysem özür dilerim. Okumak isteyenlere keyfli aylar dilerim. En azından sindire sindire okumanızı tavsiye ederim...
Kitabı okumaya kalkacaksanız baştan bilmelisiniz ki sade, akıcı, anlaşılır bir dil beklemeyin asla. Açılışta bir çok karakter ile kafa bulandırsa da sonra her şey yerine oturuyor. Kesinlikle bir yazar bilgi ve deneyimiyle yazılmış bir kitap değil. Her sözünün altında ek bir anlam aramalı mısınız? Evet aramalısınız. Belli bir noktada kitaptan kopacaksınız. Sabırlı olmalısınız ve okumaya devam etmelisiniz. Gerçekten ne hayal ne gerçek hangisi kimin hayali hepsi birbirine giriyor. Bu karmaşadan sağ çıkmak zor.
En önemli uyarıyı çok da sona atmak istemiyorum. Eğer intihara meyilliyseniz ve kitabı sonuna kadar okumaya iradeniz olmayacaksa sakın ha sakın başlamayın kitaba. İşin garip tarafı intihar fikriniz yoksa ama hayata daha zayıf tutunanlardansanız bu kitap hayat ile aranızı yapacak bir çöpçatan kisvesine bürünüyor adeta. Yazan kişinin zekasını her an görmek mümkün. Keşke daha kolay bir dille anlatsaydı dedirtmiyor değil.
Yorumlarda tutarsız oldu ama ne yapabilirim ki. Kitap tutarlı değildi ayrı ayrı günlerde çekilen dizilerin bölümleri gibi dengesiz bölümleri vardı. İnişler çıkışlar... Bittiğinde sevdiğim bir dizi bitmişcesine boşluğa düşmem de bundan kaynaklanabilir. Eeee haftaya yeni bölüm oynamayacak mı şimdi demedim desem yalan olur. Zaten 3 ayı geçkin bir sürede okuduğum için hayatıma sekron olmuştu.
Bütün aksiliklere, kötü yorumlarıma rağmen kitap bittiğinde ilk sayfaya dönüp yeniden okumaya başlamamak için zor tuttum kendimi. Bu seferlik engel olsam da ömrüm yeterse bir kez daha okuyacağıma eminim. Bu arada instagramdaki bir yanlış anlaşılmayı düzelterek bitireyim yazımı. Ben uzun yıllar süren bir eğitim hayatına halen devam etmekte olan bir mühendis adayıyım. Bir mühendisi en iyi mühendis anlar sözüm hani karşımdaki meslekleri küçümseme olarak anlaşılmış ama kesinlikle böyle bir niyetim yok. Sırf mesleklerini üstün gördükleri için doktorlara bozukken bunu yapmam haksızlık olurdu. Ama şu bir gerçek mühendislik eğitimi alan kişilerin beyni biraz farklı çalışır. Kesinlikle daha iyi demem ama iki nokta arasındaki en kısa yolu bulmak için programlanmıştır mühendisler. Asla söyleyeceklerini direk olarak söylemeyi tercih etmezler. Biraz sıkıntılı tiplerdir anlayacağınız. İşte tüm bu saydıklarımdan ötürü bu kitabı en iyi mühendisler yorumlar. Kafa aynı şekilde çalışıyor yazar ile yapacak bir şey yok. Eğer kırdıysam saygısızlık ettiysem özür dilerim. Okumak isteyenlere keyfli aylar dilerim. En azından sindire sindire okumanızı tavsiye ederim...
Sinirlendirme, Sinir Bozma!
Bir çok özelliğimden birisidir sinirlendirme sanatı. Karşımdakini çok kolay kızdırabilirim. Ki bazı insanların hassasiyetleri işimi iyiden iyiye kolaylaştırır.
Kimi insanları asla kızdırmam. Sinirlenecekleri en ufak şey söylemem. Bunun iki sebebi olabilir. Ya karşımdaki kişinin beni tanıdığına emin değilimdir, onu kaybetmek istemiyorumdur, ya da hiç umursamıyorumdur. İlk seçenek pek nadir de olsa vardır.
Sinirlendirdiğim insanlar bundan hoşlanıyor mu?Aslında gerçek duygu ve düşüncülerimi ya da ne bileyim amacımı bilseler kiç bana kızmazlar alınmazlar. Tam aksine sevinebilirler. Neden mi çünkü eğer bir kişiyi kızdırabiliyorsam, o kişi beni önemsiyordur. Onun yanında benim ve sözlerimin değeri vardır. Kızdırabildiğim insanlar bu sebepten benim için çok değerlidir. Önemsenmemek büyük bir fobi gerçekten. Bu yazıyı yazmışken tüm sinirlendirdiklerimden de özür diliyeyim. Hani özürlük bir durum yok ortada biliyorum fakat ne bileyim bazen dilimin ayarı olmayabiliyor. Ya da karşımdaki kişi bu ufak yüklenmeleri artniyetli bulabiliyor. Özür dilemek bir elalem ne der kaygısı burada sadece.
İnsanlara verdiğim değer scalaları gerçekten biraz aykırı. Bunu kabul ediyorum. Fakat benim yanım da olan insanların da düz mantıklarla bana yaklaşılmaması gerektiğini bilmesi gerek. Memleketimin güzel bir sözü ile bitireyim bu yazıyı da. "Eyi olur zaar."
Kimi insanları asla kızdırmam. Sinirlenecekleri en ufak şey söylemem. Bunun iki sebebi olabilir. Ya karşımdaki kişinin beni tanıdığına emin değilimdir, onu kaybetmek istemiyorumdur, ya da hiç umursamıyorumdur. İlk seçenek pek nadir de olsa vardır.
Sinirlendirdiğim insanlar bundan hoşlanıyor mu?Aslında gerçek duygu ve düşüncülerimi ya da ne bileyim amacımı bilseler kiç bana kızmazlar alınmazlar. Tam aksine sevinebilirler. Neden mi çünkü eğer bir kişiyi kızdırabiliyorsam, o kişi beni önemsiyordur. Onun yanında benim ve sözlerimin değeri vardır. Kızdırabildiğim insanlar bu sebepten benim için çok değerlidir. Önemsenmemek büyük bir fobi gerçekten. Bu yazıyı yazmışken tüm sinirlendirdiklerimden de özür diliyeyim. Hani özürlük bir durum yok ortada biliyorum fakat ne bileyim bazen dilimin ayarı olmayabiliyor. Ya da karşımdaki kişi bu ufak yüklenmeleri artniyetli bulabiliyor. Özür dilemek bir elalem ne der kaygısı burada sadece.
İnsanlara verdiğim değer scalaları gerçekten biraz aykırı. Bunu kabul ediyorum. Fakat benim yanım da olan insanların da düz mantıklarla bana yaklaşılmaması gerektiğini bilmesi gerek. Memleketimin güzel bir sözü ile bitireyim bu yazıyı da. "Eyi olur zaar."
(Eyi: İyi ; Zaar: Sanmak, sanı.)