Archive for Ocak 2016

Bölüm 1

  Ağzından köpükler çıkıyordu. Hayır hayır ne sara hastasıydı ne de kuduz... Sadece tükürüğü ile yeni yeni tanışıyor ve baloncuklar yaparak oyunlar oynuyordu kendince. Eğer bilseydi kimlerin yüzüne veya nelerin içine tüküreceğini, bu kadar israf etmezdi tükürüğünü daha o yaşlarda. Henüz bihaberdi nasıl bir dünyaya geldiğinden.
  Minik kızımız büyüyecekti. Belki erkek doğmadığı için sevgi ile olmayacaktı bu büyüme ama büyüyecekti. Sevgiden yoksun büyüdüğü yetmiyormuş gibi acımasız sokaklarla tanışacaktı. Belki de tek istediği oyun oynamak olacaktı... Sokaklar ailesinden bulamadığı sevgiyi kendisinde arayacağını bilirmişçesine zalim olacaktı küçük kıza.
  Ağzı pis kokan, ben bu adamı hak etmiyorum diyen bedenin salgıladığı yağlarla kaplı, kokusu iki sokak öteden duyulan, insana etrafta kim ölmüş diye baktıran bir koku, pis, lanet, aşağılık... ajanlarını yollamazdı umarım sokak. O daha minik bir kız çocuğuydu , büyüyecekti...
  Yaşlanacak mı büyüyecek mi zaman gösterecekti belki. Zira bunlar farklı kavramlardı. Büyümek için ya hayatın adaletsizliği ile tanışmak ya da çok iyi bir gözlem yeteneğine sahip kalbe sahip olmak gerekirdi. Ya yaşayanlar ya da vicdanıyla görenler büyürdü kısacası. Yaşlanmak ise biyolojik bir zorunluluktan ibaretti sadece.
  İnsan içindeki çocuğu yaşatmalı, hep çocuk kalamıyorsa bile. Aksi takdirde mutlu olmak pek mümkün olmuyor. O da herkes gibi sağlık ve para konusunda dualar alacaktı belki de kim bilir? Ama kesin olan kimse onun içindeki çocuğu kaybetmemiş insanlarla karşılaşmasını dilemeyecekti.
  Öncesinde kaçırılıp göz yaşını paraya çevirmesi konusunda yetiştirilmezse, ailesinin yanında büyüyecekti. Hissettiği sevgisizliği somut olarak görmeye başladığında nefret edecekti belki de onlardan. İnsanları tanıdıkça sorunun ailesinde değil de insan olmakta olduğunu görecekti belki. Sonra? Tüm insanlardan nefret edecekti.
  Bir nokta gelecek ve okula başlayacaktı. Tabi başlayabilirse. Okumaya layık görülürse... Sonuçta doğuştan suçlu gelmişti bu dünyaya. Okursa çok mu şanslı olacaktı sanki? Bilinmez bir kuyu adeta. Hiç bir şeyden nefret etmese sistemden nefret edecekti. Bu nefret de bir sistem olmadığını öğrenmesiyle biterdi belki de. Kimse bilmez... Sapık ruhlu bir öğretmene denk gelip ondan da nefret edebilirdi. Sahi sapık ruhlu öğretmenlerin oranı ne çok arttı... Olmayan sistemin, bir sonucu oluyor elbet. Kutsal işler mesleklikten ihraç edilmeli!..
  Orta okula gelmeyi başarırsa kadın olduğunu öğrenecekti. Sancıyı beklemeyi öğrenecekti. Ailesi de öğrendiğinde başına iş açmış olmasa bari.Her kızın hayali olan gelinlik kefen olarak kullanılabilirdi sonuçta. Lanetlenmiş gibi her gün, her gece ölüp ölüp dirilmez miydi? "Zamansız ilaç bile zehirdir" diyebilecek bir büyüğü çıkar belki de.
  Liseye gelebilirse, bunu başarırsa, en yakın erkek arkadaşlarının bile değiştiğini görmeye başlayacaktı. Bir virüs vardı belki de sadece erkekleri etkileyen. Bu saçma davranışların emrini ne beyin ne kalp veriyor olabilirdi. Kesin o virüsün işiydi bunlar. Kadın olmanın zorluğunu her geçen gün daha iyi anlayacaktı. Biraz gözü açıksa bu zorlukları avantaja çevirmeyi de öğrenebilirdi tabi. Bu kısa süreli avantajların dezavantaj olacağı bilinmiyor ki bu yaşta... En kötüsü ise hiç bir şey bilmezken her şeyi biliyormuş hissi... Bu yaşlarda pek yaygın bir hastalık olsa gerek...
  Her şeyden habersiz olmanın verdiği avantajla yıllar daha hızlı geçiyor genç yaşlarda. Öğrenmek bazen acı verici bir süreç olabiliyor. Bir kadın için hayatın her aşaması gibi öğrenme aşaması da daha acılı ve yorucu geçiyor. Kadın olmak zor... Kadın olarak yaşamaktan daha zor kadın olmak.
  Peki ya bu kadar acıya, ızdıraba, sindirmeye rağmen hala kadın benliği nasıl var olabiliyor? İçindeki kız çocuğunu öldürdüğümüz kadınlar var iyi ki. Onların mücadelesi olmasa annelik, anne sevgisi bile kaybolurdu. Kadınların her biri birer geyşa olurdu. O da bu kadınlardan birisi olmuştu.
İçinde hala merhamete dair bir şeyler olsa da güçlü olmanın gereklerinden sayıldığı için bunu göstermesi kesinlikle yasaktı. Kim mi yasakladı? O da bilmiyordu. Tek bildiği bu yasağı çiğnerse güçsüz düşeceğiydi. Hayır hayır güce tapmıyordu sadece bir kadının daha içindeki kız çocuğu ölmemesi için bu güce ihtiyacı vardı. Kendisine yardım ettiğinden habersiz olan kadınlar bile ona güçlü kadın demek yerine kötü kadın diyordu. Oysa ki... Aynadaki deseydi bunu neyse, onun kendisinden başkasına bir kötülüğü değmiyordu ki.
  Tüm söylenenlere kulağını kapatmayı öğrenmişti sonunda. Kendine yaptığı en büyük iyilik de buydu galiba. Olayları daha hızlı çözdüğünü fark etti, dışa kulağını kapayınca. Yenilmezliğe ulaştığını anlaması an meselesiydi.
  Yenilmezliğe ulaşmıştı ulaşmasına ama kendisi bunu anlamadan o çıktı karşısına. Bu zamana kadar aradığı her şey ondaydı. Sanki dünyadaki  tüm güzellikleri ona vermişlerdi. Gerçi hiç bir güzelliğe gerek duymuyordu. Karşısındaki kendini anlasa yeterdi. İşte sonunda kendini anlayacak insanı bulmuştu. Tüm vücuduyla bunu hissediyordu.
  Onu bulmanın heyecanını henüz yenebilmişti ki korku merkezi devreye girdi. Ya o kendisi gibi düşünmüyorsa, ya sadece kendisine acıyorsa. Bunlar birer ihtimaldi ve geçmişe baktığında güçlü ihtimallerdi. Neyse ki hayat çok iyi öğretmişti ona; kötü ihtimallerin canı cehenneme, kötülük kesin değilse, en ufak iyiliğin, her ufak olumlu ihtimalin peşinden gitmek gerek. Bu öğretiye sırtını dayadı ve mutlu olabilme ihtimalinin peşine düştü. Hiç olmazsa huzura ulaşamaz mıydı?
  Bu ülkede yaşamanın zor olmasının en önemli sebebi el alem ne der korkusu... Bu korku yüzünden kimseler kendi olmayı başaramıyor. Ama kime sorsanız herkes kendisi, kimse kimsenin söylediğine kulak asacak değil. Moda diye bir kavram varken kimse beni buna inandıramaz. Ya da sarımsak,soğan yemekten korkan, tuvaletteki sesi duyulmasın diye girer girmez sifona sarılan insanlar var olduğu sürece...
  O da korkuyordu bu toplum baskısından doğal olarak. Güçlü olmaya karar vermesi bile bu korkuyu duymasını engellemiyordu. Her gün, her saat, her dakika, her an... kendisine hatırlatıyordu, "Kim ne derse desin, duygularıma, düşüncelerime gem vuramam."
  İstese yapabilir miydi? İnsan sevdiğine dokunmadan, ona sevdiğini belli etmeden durmaya nasıl tahammül edebilirdi? Tersini düşünmek daha kolay. Nefret ettiğiniz birine ne kadar süre nazik davranabilirsin ki? Bu yola girerken her şey göze almıştı fakat toplum baskısından hala korkuyordu. İnsanlar bu baskıdan korkup insan öldürebiliyor benimki gayet normal diye avutuyordu kendisini. Ömrü boyunca beklediğine ulaşmanın bedeli buysa seve seve razıydı.
  Bunları düşünürken güldü kendisine. Sanki kabul edilmişti de tek sorun toplum baskısıydı... Hele bir kabul etsin de birlikte el ele toplumu bile yenebilirlerdi. Ama ya kabul etmezse? Hayır hayır! O güçlü bir kadın olmaya karar vermişti, olumsuz düşüncelerle amacından sapamazdı. Bu soru işaretlerini götürmenin tek yolu vardı. Açılmak...
  Nasıl açılabilirdi? Hazırlık yapmalıydı. Hazır olmazsa açıldığı bu denizde boğulması muhtemeldi. Düşünürken kaç gece uyuyakaldı o da bilmiyordu. Zaman-mekan bilinci gün geçtikçe kayboluyordu. Zaman zaman kendi içinde ben nerdeyim, ne arıyorum burada diyordu. Akabinde bir bilet alıp bir yerlere gitme isteği peydah oluyordu. Sonra bunun içindeki zayıf kadının işi olduğunu fark edip gitme fikrinden vazgeçiyordu. Bir doktora gitse belki her şey daha farklı olabilirdi. İlaç kullanmaya karşı olması ve kullanması gereken ilaçların içindeki güçlü kadına zarar vereceğini bilmesi ellerini ayaklarını bağlıyordu. Onu korumalıydı, çünkü bu dünyadaki tek dayanağı o kalmıştı. Sonuçta henüz sevdiğinden ne yanıt alacağını bile bilmiyordu. Kurtulmanın tek yolu onunla konuşmakta saklıydı. Hayat yine acımasızdı, lanet bir paradoksun içine düşmüştü. Konuşması için iyi olması, iyi olması için konuşması gerekiyordu. Kimseden yardım da alamazdı. Tek başınayken yadırganmayı kaldıracak gücü kendinde görmüyordu.
  Bir süre bu düşüncelerden kaçmak için hobiler edinmeye karar verdi. Boşluğa düşen insanların ilk denediği yöntem değil miydi hobi edinmek... İlk pasta yapmayı denedi. Öyle kek,kurabiye de değil üstelik. Şeker hamuruyla kısa sürede harikalar yarattı. Sonra bir baktı ki yaptığı pastalarda hep o var... Belki de bu sebeple bu kadar başarılı olduğunu düşündü. Çikolatalı sevmez meyveli yapayım, o olsa bu kadar yumurta koymazdı... Sonra anladı ki bir kadının bir insanı unutmak için pasta yapması pek işe yaramıyor.
  Dans, dans etmeliydi! Sonuçta o dansı sevmezdi. Hem belki karşı cinse bu kadar yakın olursa bir elektrik alabilirdi. Nasıl bilebilirdi ki bu da hüsranla sonuçlanacak. Daha da tiksindi erkeklerden. Erkeklerin hobi seçerken bile tek şey düşündüğüne karar verdi. Genellemeler yüzünden hayatın bir kısmını kaçırdığını anlar mı? Bilinmez. Ama umutsuzluğa düşeceği, kararsız günlerin yakın olduğu kesindi. Ne unutabiliyor ne de gidip derdini anlatabiliyor, bu ikilemden kurtulmazsa delirecekti, çok iyi biliyordu. Şimdi bir karar vermeliydi deliliği öven yazarların, şairlerin gerçekliğini test etmek, gidip her şeyi bir bir konuşmak... İkisinin de ucunda ölüm yoktu ya! Uyanınca kesin kararını verecekti Tabi uyuyabilirse...
  Uykusuz bir gece daha geçirecek gücü kalmamıştı. Artık konuşması gerekiyordu. Tam bu kararsızlığı yaşarken telefonu çaldı. O arıyordu. Çok önemli bir haber için kahve içmeye çağırıyordu. Sesinde duyduğu mutluluk ürpertti. Bu ürperti, aman tanrım sevdiğinin mutluluğunu mu kıskanıyordu! Kendinden çok utandı. Hemen giyindi. Çok süse merakı yoktu zaten, hazırlanması da uzun sürmedi. Bir an önce onu görmek için yaptığı heyecanın da etkisi vardı tabi bu hızda. Kafasında bitirmişti, kesinlikle bu sefer konuşacaktı. Hatta onun konuşmasını beklemeden, anlatacaklarını dinlemeden konuşacaktı.
  Evden aceleyle çıktı. Bu esnada anahtarını evde unuttuğunu kapıyı kapadığı o kısa anda fark etti. Şu anda bunu düşünemezdi. Apar topar taksiye bindi ve sahildeki kafede buldu kendisini. Yürüyerek gelse de yetişirdi, yakındı evine. Zira buluşma saatinden yarım saat erken gelmişti. Bir masa seçti denizi cepheden gören. Yarım saat de o geç kalmıştı... Kendisini saymazsa hangi kadın buluşmaya vaktinde giderdi ki zaten? Bekletmesi olağandı. Olağan olmayan ilk önce fark etmediği bir nüans. Tanımadığı bir arabadan indi çünkü. Kocaman bir gülümsemeyle oturdu masaya. Dünyadan bağı kesilmişti, hiç bir şey duymuyordu. Karşısında konuşan sevdiğinin sadece ağzının oynadığını fark edebiliyordu. Onu da çok görmüyordu çünkü parmağındaki yüzüğe dalmıştı. Birden gözleri doldu. Bir iki damla gözyaşı aktı silahın namlusundan patlar gibi... "Noldu" diye sordu. "Mutluluktan" diyebildi. Kahretsin ki mutluluk ve acı göz yaşlarının tadı bile farklıydı! O da biliyordu bu farkı. Ne yazıktır ki kendisini kıskandığını düşündü... Seviliyor olduğunu nereden bilecekti ki. Hal bu ki ne masaya otururken göze sokulan yüzük ne de evlilik fikri kıskanılasıydı. Tamam kıskanıyordu, bu bir gerçek ama sevdiği kadının eline bir başkası dokunacak, o güzel gözlere bir başkası bakacak diyeydi bu kıskançlık.
  Karşısındakinin yanlış anlamasından doğan kibirli bakışlardan sıyrıldı sildi gözlerini. Daha fazla bu bakışların kendisini yaralamasına izin vermeden tebrik ederek kalktı masadan. Artık hiç kimse yoktu bir başına yürüyordu şehirde...






17 Ocak 2016 Pazar
Posted by sadecemurmur

Can Pazarı

İnternet, bilgi çöplüğü ya da bit pazarı daha doğru bir ifade mi? Her gün onlarca yazı, onlarca video paylaşılır. Yazılar bir dedikodu değer...

Popular Post

Blogger tarafından desteklenmektedir.

İletişim

Ad

E-posta *

Mesaj *

- Copyright © sadecemurmur -Sadecemurmur- Powered by Blogger -