Archive for 2016
Dünya Mavi-Yeşil Olsa...
Çok zaman düşündüm mavi nedir diye. Hayır sadece bir renk olamaz. Sadece bir renk olsa insana nasıl bu denli huzur verebilir ki? Kim size bir mavi kadar huzur verebilir ki? Mavi, uçsuz bucaksız denizlerdir, sonu olmayan gökyüzüdür. Mavi özgürlüktür. Ama nasıl bir özgürlük; hani o bir başkasının özgürlüğünün başladığı yerde biten özgürlüklerimiz var ya, işte onlardan değil... Hep özlem duyduğumuz ama hiç ulaşamayacağımız özgürlüktür mavi. Belki de ilk gördüğümüz rüyadır. Daha bilinçaltımız saf ve temizken ve bizi yönetmediği zamanlarda gördüğümüz bir rüya... Belki de bu rüyalara duyduğumuz hasrettir mavi sevdamız kim bilir.
Peki tek mavi mi özel olan? Diğer renklere haksızlık gibi bu. Yeşil mesela; yeşil öyle bir renktir ki mavinin kardeşi, sırdaşı, ortağı gibi. Bazı tonlarını ayırt bile edemeyiz; petrol yeşili mi yoksa petrol mavisi mi? Bu kadar yakın, iç içe olsalar da çok keskin bir farkları vardır. Örneğin mavi sonsuzluğu temsil ederken yeşilin sınırları vardır. Yeşil başlangıçtır, doğumdur, uyanıştır. Yeşil ilkbahardır. Bir gün yaza dönecek olan ilkbahar... Bir başlangıcı olan her şey gibi yeşilin de sonu vardır. Neyse ki unutmayı bilen canlılarız da sonlara takılıp kalmıyoruz. Yoksa yeşilde bulamazdık huzuru. Tüm renklerin efendisidir beyaz, tüm renkleri barındırır. İçinde mavi ve yeşil varken beyaza güç mü yeter? Benim de bir elime umudu, özgürlüğü diğer elime huzuru, başlangıcı verseler neler neler yaparım... Sadece bana da vermesinler hatta, bencilliğe lüzum yok, tüm insanlığa versinler. Tutturmuşuz bir siyah aşkı, bıkmadık mı hâlâ? Yormuyor mu siyah sizi de? Karanlıkta uyuyoruz diye karanlık dinlendiriyor sanıyoruz ama o karanlığa tahammülümüz 5 dakika da olsa maviye ulaşma çabamız değildir de nedir? Rüyalarına kara bulaştıranları tanır mısınız? Gece uyuyamaz onlar. Karanlığa boğulmaktan korkarlar, ya da uyurken ışığa ihtiyaç duyarlar.
Mavi ve yeşil pencerelerden bakın hayata. Nefes alışlarının rahatladığını hissedeceksiniz. Hatta ömrünüzün o an uzadığını...
Peki tek mavi mi özel olan? Diğer renklere haksızlık gibi bu. Yeşil mesela; yeşil öyle bir renktir ki mavinin kardeşi, sırdaşı, ortağı gibi. Bazı tonlarını ayırt bile edemeyiz; petrol yeşili mi yoksa petrol mavisi mi? Bu kadar yakın, iç içe olsalar da çok keskin bir farkları vardır. Örneğin mavi sonsuzluğu temsil ederken yeşilin sınırları vardır. Yeşil başlangıçtır, doğumdur, uyanıştır. Yeşil ilkbahardır. Bir gün yaza dönecek olan ilkbahar... Bir başlangıcı olan her şey gibi yeşilin de sonu vardır. Neyse ki unutmayı bilen canlılarız da sonlara takılıp kalmıyoruz. Yoksa yeşilde bulamazdık huzuru. Tüm renklerin efendisidir beyaz, tüm renkleri barındırır. İçinde mavi ve yeşil varken beyaza güç mü yeter? Benim de bir elime umudu, özgürlüğü diğer elime huzuru, başlangıcı verseler neler neler yaparım... Sadece bana da vermesinler hatta, bencilliğe lüzum yok, tüm insanlığa versinler. Tutturmuşuz bir siyah aşkı, bıkmadık mı hâlâ? Yormuyor mu siyah sizi de? Karanlıkta uyuyoruz diye karanlık dinlendiriyor sanıyoruz ama o karanlığa tahammülümüz 5 dakika da olsa maviye ulaşma çabamız değildir de nedir? Rüyalarına kara bulaştıranları tanır mısınız? Gece uyuyamaz onlar. Karanlığa boğulmaktan korkarlar, ya da uyurken ışığa ihtiyaç duyarlar.
Mavi ve yeşil pencerelerden bakın hayata. Nefes alışlarının rahatladığını hissedeceksiniz. Hatta ömrünüzün o an uzadığını...
15 Ekim 2016 Cumartesi
Posted by sadecemurmur
Tanrılar Dağı Nemrut
Öncelikle bu bir tavsiye yazısı değildir bunu belirtmek isterim. En baştan başlayayım anlatmaya. Uzun süredir görmek istediğim bir yerdi Nemrut. Bir program yaptık ve hem gün batımını hem de gün doğumunu izlemek istedik. Kişisel arabamızla nasıl seyahat edeceğimiz hakkında bir bilgimiz bulunmamaktaydı ve 1-2 yanlış yönlendirmenin kurbanı olduk. Fotoğrafçı değilseniz bir otelle anlaşıp ardından turla beraber program yapmanız akıllıca zira dağ yolu inilip çıkılası bir yol değil. Yakın zamanda yaşanmış bir olayı hatırlatayım; Çinli 2 turistten 1 gece konaklama, malatyadan ulaşım ve gün doğumu turu için tam tamına 4000 lira para istemişler. Yani diyeceğim o ki bu yörede de satabildiğim en yüksek fiyattan satayım bir daha gelmeyecek nasıl olsa mantığı mevcut...
Ben bir fotoğraf severim, buna yönelik anlatmam daha uygun olur sanırım. Gitmeden önce babam ile oturduk hesapladık ve 4 saat kadar bir süre otelde kalacağımızı hesap edip oteli gereksiz bulduk. Bir de orada yemek yiyecek yerlerin olduğu bilgisini aldık fakat bu bilgi maalesef ki gerçek değil. Dağ yolunda bir aydınlatma olmamasından dolayı geri dönmek gece gece cazip gelmeyince otel fikrini hiç gündeme almadık. Neden fotoğrafçılara turu tavsiye etmiyorum? Çünkü turlar hemen gün batmadan ya da gün doğmadan geliyorlar ve kalabalık zamanda geliyorlar. İnsan silüeti çekmek dışında pek bir işe yaramıyor. Bunlar kaliteli silüetler de olmuyor. gün batımında 1-1,5 saat kadar önce giderseniz heykelleri en ince ayrıntısına kadar çekebilirsiniz. Unutmadan söyleyeyim dağa çıkmadan önce eğer üç ayağınız için 100 LİRA para isterlerse SAKIN vermeyin. Fatura dahi kesebileceğini söyleyen bir amca var. Neyseki bana bulaşmadı da tadımız kaçmadı. Babama söylemiş bir de benden sonra gelen bir başka fotoğrafçı arkadaşa. Neymiş tripod ile çekim profesyonelmiş onun için para verilmesi gerekmiş...
Akşam yemeğini biz cehaletimizden tost ile geçiştirdik. 5 tost 4 çaya 50 lira verdik ama 2 gün hazmedemedik. Bir de benim gece mutfağın yakınında gördüğüm minik misafirden sonra hazmetmem daha zor oldu. Bunun yanında otoparkın yanında mangal, semaver, tüp yakmak serbest. Hazırlıklı gelirseniz akşam yemeği bir ziyafete dönüşebilir. Otoparkın yanındaki küçük tesisteki (tesis denemeyecek kadar küçük ama başka isim bulamdım) insanlar oldukça cana yakın. Fotoğraf çekmem için para isteyen amca hariç :) Burada ufak bir not belirteyim son zamanlardaki olaylardan dolayı ön yargılı bakmanızı istemem. Bu işletmede çalışan insanların hepsinin kürtçe konuştuğunu farkedeceksiniz. Yalnız hepsi vatanını milletini seven insanlardı. Küçük bir olay anlatırsam daha iyi anlarsınız sanırım. Kaldığımız gece, bana göre ülkedeki en aşağılık saldırı yapıldı. Gaziantep'de bir düğüne yapılan saldırıdan bahsediyorum. Patlama haberini alınca televizyonun olduğu odaya gittim haber izlemek için. Sonra yarı öfkeli yarı üzgün terasa çıktım. Orda çalışan birisi ne olduğunu sordu. Ben de Gaziantep'de patlama olduğunu söyledim. kim ne demeden bastı küfürü ülkeyi bölmek isteyenlere. Sonra sordu ne oldu ne bitti diye. Aynı gece başka bir ilden gelen bir kafile de ordaydı adam arkasını dönmüş uyuyordu. Yarım saat kadar orada yattı bir de bize sinir olup oflayıp pufladı. Sonra galiba bir ara kürtlerin öldüğü ile ilgili bir konuşma geçti. Döndü ölenler kimlermiş diye sordu. Cevabı duyunca kalktı ve pür dikkat haberleri izlemeye başladı. Hani bir karikatürde diyor ya ölen kimlerden denmediği zaman barış gelecek; bu kadar keskin görmek can yakıcıydı...
Bir çok sıkıntının kaynağının UNİCEF olduğunu söyledi oradakiler. Neler mesela. Dağın tepesine çıktığınızda, emin olun nirvanaya ulaşacak kadar merdiven çıkıyorsunuz, ne bir bardak su ne de tuvaletiniz geldiğinde bir tuvalet bulabileceksiniz. 5 sene kadar önce zirvede çay ocakları ve seyyar tuvaletler varmış fakat kaldırılmış. Bir teleferikle dağa çıkma projesine ise ütopya gözü ile bakıyorlar. Dağa çıkmadan modern bir kale gibi mermerden yapılı bir yapı göreceksiniz ama aldanmayın orası gereksiz görülüp atıl bırakılmış. Restoran ve otel olarak kullanmak kimsenin aklına gelmiyor olamaz herhalde...
Son olarak gün doğumuna batı terası yönünde çıkın. Biraz erken çıkmanıza kimse ses etmiyor mesela ben sabaha karşı 4'de çıktım. Yahu deli misin güneş doğudan doğmaz mı demeyin :) Muhtemelen yalnızca siz çıkarsınız ve yolun yarısında merdivenler bitip kaygan taşlarla boğuşmak zorunda kalmazsınız. Çıktığınızda batı terasını boş bulursunuz ve burada yıldız pozlaması yapma şansınız olur. Gün doğumuna 20 dakika kala diğer terasa doğru yönelebilirsiniz. Seyir terasının hemen altında hem oturacak yerler hem de daha sakin fotoğraf çekme şansınızın olacağını unutmayın.
Nemrut gezisi ile ilgili umarım eksik bir şey kalmamıştır. Bu geziyi bence güzel yapan ise Cendere Köprüsü ile Yeni Kale'dir. Yeni Kale'ye yanlış zaman diliminde gittim gün batımından önce gitmem gerekmiş. Fotoğraf yönünden kesinlikle sabah gitmeyin. Cendere Köprüsü'ne ise öğle vakti gidilebilir. Yine mangal yapmanızda herhangi bir sıkıntı bulunmamakta. yanınızda masa sandalyeniz de varsa değmeyin keyfinize. Sığ ve buz gibi suyunun içinde keyfiniz kolay kolay bozulamaz. (Kış aylarında bunu tavsiye etmem. Hem su gerçekten soğuk hem de yaz günü gibi sığ sular bulamazsınız.) Dönüşte Besni üzerinden dönüyorsanız teneke ya da Besni Tava deneyebilirsiniz. Buradaki ekmek fırınlarından yardım isterseniz sizlere yol gösteriyor ve yardım ediyorlar. Bu arada biz tenekede tavuğu tercih ettik 4 kişi için 30 lira harcadık. Umarım işinizi kolaylaştıracak bilgiler paylaşmışımdır.
İzinsiz paylaşmamanızı rica ederek 1-2 foroğraf daha ekliyorum. Foroğrafların devamı için instagram hesabımı takip edebilirsiniz.
Ben bir fotoğraf severim, buna yönelik anlatmam daha uygun olur sanırım. Gitmeden önce babam ile oturduk hesapladık ve 4 saat kadar bir süre otelde kalacağımızı hesap edip oteli gereksiz bulduk. Bir de orada yemek yiyecek yerlerin olduğu bilgisini aldık fakat bu bilgi maalesef ki gerçek değil. Dağ yolunda bir aydınlatma olmamasından dolayı geri dönmek gece gece cazip gelmeyince otel fikrini hiç gündeme almadık. Neden fotoğrafçılara turu tavsiye etmiyorum? Çünkü turlar hemen gün batmadan ya da gün doğmadan geliyorlar ve kalabalık zamanda geliyorlar. İnsan silüeti çekmek dışında pek bir işe yaramıyor. Bunlar kaliteli silüetler de olmuyor. gün batımında 1-1,5 saat kadar önce giderseniz heykelleri en ince ayrıntısına kadar çekebilirsiniz. Unutmadan söyleyeyim dağa çıkmadan önce eğer üç ayağınız için 100 LİRA para isterlerse SAKIN vermeyin. Fatura dahi kesebileceğini söyleyen bir amca var. Neyseki bana bulaşmadı da tadımız kaçmadı. Babama söylemiş bir de benden sonra gelen bir başka fotoğrafçı arkadaşa. Neymiş tripod ile çekim profesyonelmiş onun için para verilmesi gerekmiş...
Akşam yemeğini biz cehaletimizden tost ile geçiştirdik. 5 tost 4 çaya 50 lira verdik ama 2 gün hazmedemedik. Bir de benim gece mutfağın yakınında gördüğüm minik misafirden sonra hazmetmem daha zor oldu. Bunun yanında otoparkın yanında mangal, semaver, tüp yakmak serbest. Hazırlıklı gelirseniz akşam yemeği bir ziyafete dönüşebilir. Otoparkın yanındaki küçük tesisteki (tesis denemeyecek kadar küçük ama başka isim bulamdım) insanlar oldukça cana yakın. Fotoğraf çekmem için para isteyen amca hariç :) Burada ufak bir not belirteyim son zamanlardaki olaylardan dolayı ön yargılı bakmanızı istemem. Bu işletmede çalışan insanların hepsinin kürtçe konuştuğunu farkedeceksiniz. Yalnız hepsi vatanını milletini seven insanlardı. Küçük bir olay anlatırsam daha iyi anlarsınız sanırım. Kaldığımız gece, bana göre ülkedeki en aşağılık saldırı yapıldı. Gaziantep'de bir düğüne yapılan saldırıdan bahsediyorum. Patlama haberini alınca televizyonun olduğu odaya gittim haber izlemek için. Sonra yarı öfkeli yarı üzgün terasa çıktım. Orda çalışan birisi ne olduğunu sordu. Ben de Gaziantep'de patlama olduğunu söyledim. kim ne demeden bastı küfürü ülkeyi bölmek isteyenlere. Sonra sordu ne oldu ne bitti diye. Aynı gece başka bir ilden gelen bir kafile de ordaydı adam arkasını dönmüş uyuyordu. Yarım saat kadar orada yattı bir de bize sinir olup oflayıp pufladı. Sonra galiba bir ara kürtlerin öldüğü ile ilgili bir konuşma geçti. Döndü ölenler kimlermiş diye sordu. Cevabı duyunca kalktı ve pür dikkat haberleri izlemeye başladı. Hani bir karikatürde diyor ya ölen kimlerden denmediği zaman barış gelecek; bu kadar keskin görmek can yakıcıydı...
Bir çok sıkıntının kaynağının UNİCEF olduğunu söyledi oradakiler. Neler mesela. Dağın tepesine çıktığınızda, emin olun nirvanaya ulaşacak kadar merdiven çıkıyorsunuz, ne bir bardak su ne de tuvaletiniz geldiğinde bir tuvalet bulabileceksiniz. 5 sene kadar önce zirvede çay ocakları ve seyyar tuvaletler varmış fakat kaldırılmış. Bir teleferikle dağa çıkma projesine ise ütopya gözü ile bakıyorlar. Dağa çıkmadan modern bir kale gibi mermerden yapılı bir yapı göreceksiniz ama aldanmayın orası gereksiz görülüp atıl bırakılmış. Restoran ve otel olarak kullanmak kimsenin aklına gelmiyor olamaz herhalde...
Son olarak gün doğumuna batı terası yönünde çıkın. Biraz erken çıkmanıza kimse ses etmiyor mesela ben sabaha karşı 4'de çıktım. Yahu deli misin güneş doğudan doğmaz mı demeyin :) Muhtemelen yalnızca siz çıkarsınız ve yolun yarısında merdivenler bitip kaygan taşlarla boğuşmak zorunda kalmazsınız. Çıktığınızda batı terasını boş bulursunuz ve burada yıldız pozlaması yapma şansınız olur. Gün doğumuna 20 dakika kala diğer terasa doğru yönelebilirsiniz. Seyir terasının hemen altında hem oturacak yerler hem de daha sakin fotoğraf çekme şansınızın olacağını unutmayın.
Nemrut gezisi ile ilgili umarım eksik bir şey kalmamıştır. Bu geziyi bence güzel yapan ise Cendere Köprüsü ile Yeni Kale'dir. Yeni Kale'ye yanlış zaman diliminde gittim gün batımından önce gitmem gerekmiş. Fotoğraf yönünden kesinlikle sabah gitmeyin. Cendere Köprüsü'ne ise öğle vakti gidilebilir. Yine mangal yapmanızda herhangi bir sıkıntı bulunmamakta. yanınızda masa sandalyeniz de varsa değmeyin keyfinize. Sığ ve buz gibi suyunun içinde keyfiniz kolay kolay bozulamaz. (Kış aylarında bunu tavsiye etmem. Hem su gerçekten soğuk hem de yaz günü gibi sığ sular bulamazsınız.) Dönüşte Besni üzerinden dönüyorsanız teneke ya da Besni Tava deneyebilirsiniz. Buradaki ekmek fırınlarından yardım isterseniz sizlere yol gösteriyor ve yardım ediyorlar. Bu arada biz tenekede tavuğu tercih ettik 4 kişi için 30 lira harcadık. Umarım işinizi kolaylaştıracak bilgiler paylaşmışımdır.
İzinsiz paylaşmamanızı rica ederek 1-2 foroğraf daha ekliyorum. Foroğrafların devamı için instagram hesabımı takip edebilirsiniz.
22 Ağustos 2016 Pazartesi
Posted by sadecemurmur
Bölüm 1
Ağzından köpükler çıkıyordu. Hayır hayır ne sara hastasıydı ne de kuduz... Sadece tükürüğü ile yeni yeni tanışıyor ve baloncuklar yaparak oyunlar oynuyordu kendince. Eğer bilseydi kimlerin yüzüne veya nelerin içine tüküreceğini, bu kadar israf etmezdi tükürüğünü daha o yaşlarda. Henüz bihaberdi nasıl bir dünyaya geldiğinden.
Minik kızımız büyüyecekti. Belki erkek doğmadığı için sevgi ile olmayacaktı bu büyüme ama büyüyecekti. Sevgiden yoksun büyüdüğü yetmiyormuş gibi acımasız sokaklarla tanışacaktı. Belki de tek istediği oyun oynamak olacaktı... Sokaklar ailesinden bulamadığı sevgiyi kendisinde arayacağını bilirmişçesine zalim olacaktı küçük kıza.
Ağzı pis kokan, ben bu adamı hak etmiyorum diyen bedenin salgıladığı yağlarla kaplı, kokusu iki sokak öteden duyulan, insana etrafta kim ölmüş diye baktıran bir koku, pis, lanet, aşağılık... ajanlarını yollamazdı umarım sokak. O daha minik bir kız çocuğuydu , büyüyecekti...
Yaşlanacak mı büyüyecek mi zaman gösterecekti belki. Zira bunlar farklı kavramlardı. Büyümek için ya hayatın adaletsizliği ile tanışmak ya da çok iyi bir gözlem yeteneğine sahip kalbe sahip olmak gerekirdi. Ya yaşayanlar ya da vicdanıyla görenler büyürdü kısacası. Yaşlanmak ise biyolojik bir zorunluluktan ibaretti sadece.
İnsan içindeki çocuğu yaşatmalı, hep çocuk kalamıyorsa bile. Aksi takdirde mutlu olmak pek mümkün olmuyor. O da herkes gibi sağlık ve para konusunda dualar alacaktı belki de kim bilir? Ama kesin olan kimse onun içindeki çocuğu kaybetmemiş insanlarla karşılaşmasını dilemeyecekti.
Öncesinde kaçırılıp göz yaşını paraya çevirmesi konusunda yetiştirilmezse, ailesinin yanında büyüyecekti. Hissettiği sevgisizliği somut olarak görmeye başladığında nefret edecekti belki de onlardan. İnsanları tanıdıkça sorunun ailesinde değil de insan olmakta olduğunu görecekti belki. Sonra? Tüm insanlardan nefret edecekti.
Bir nokta gelecek ve okula başlayacaktı. Tabi başlayabilirse. Okumaya layık görülürse... Sonuçta doğuştan suçlu gelmişti bu dünyaya. Okursa çok mu şanslı olacaktı sanki? Bilinmez bir kuyu adeta. Hiç bir şeyden nefret etmese sistemden nefret edecekti. Bu nefret de bir sistem olmadığını öğrenmesiyle biterdi belki de. Kimse bilmez... Sapık ruhlu bir öğretmene denk gelip ondan da nefret edebilirdi. Sahi sapık ruhlu öğretmenlerin oranı ne çok arttı... Olmayan sistemin, bir sonucu oluyor elbet. Kutsal işler mesleklikten ihraç edilmeli!..
Orta okula gelmeyi başarırsa kadın olduğunu öğrenecekti. Sancıyı beklemeyi öğrenecekti. Ailesi de öğrendiğinde başına iş açmış olmasa bari.Her kızın hayali olan gelinlik kefen olarak kullanılabilirdi sonuçta. Lanetlenmiş gibi her gün, her gece ölüp ölüp dirilmez miydi? "Zamansız ilaç bile zehirdir" diyebilecek bir büyüğü çıkar belki de.
Liseye gelebilirse, bunu başarırsa, en yakın erkek arkadaşlarının bile değiştiğini görmeye başlayacaktı. Bir virüs vardı belki de sadece erkekleri etkileyen. Bu saçma davranışların emrini ne beyin ne kalp veriyor olabilirdi. Kesin o virüsün işiydi bunlar. Kadın olmanın zorluğunu her geçen gün daha iyi anlayacaktı. Biraz gözü açıksa bu zorlukları avantaja çevirmeyi de öğrenebilirdi tabi. Bu kısa süreli avantajların dezavantaj olacağı bilinmiyor ki bu yaşta... En kötüsü ise hiç bir şey bilmezken her şeyi biliyormuş hissi... Bu yaşlarda pek yaygın bir hastalık olsa gerek...
Her şeyden habersiz olmanın verdiği avantajla yıllar daha hızlı geçiyor genç yaşlarda. Öğrenmek bazen acı verici bir süreç olabiliyor. Bir kadın için hayatın her aşaması gibi öğrenme aşaması da daha acılı ve yorucu geçiyor. Kadın olmak zor... Kadın olarak yaşamaktan daha zor kadın olmak.
Peki ya bu kadar acıya, ızdıraba, sindirmeye rağmen hala kadın benliği nasıl var olabiliyor? İçindeki kız çocuğunu öldürdüğümüz kadınlar var iyi ki. Onların mücadelesi olmasa annelik, anne sevgisi bile kaybolurdu. Kadınların her biri birer geyşa olurdu. O da bu kadınlardan birisi olmuştu.
İçinde hala merhamete dair bir şeyler olsa da güçlü olmanın gereklerinden sayıldığı için bunu göstermesi kesinlikle yasaktı. Kim mi yasakladı? O da bilmiyordu. Tek bildiği bu yasağı çiğnerse güçsüz düşeceğiydi. Hayır hayır güce tapmıyordu sadece bir kadının daha içindeki kız çocuğu ölmemesi için bu güce ihtiyacı vardı. Kendisine yardım ettiğinden habersiz olan kadınlar bile ona güçlü kadın demek yerine kötü kadın diyordu. Oysa ki... Aynadaki deseydi bunu neyse, onun kendisinden başkasına bir kötülüğü değmiyordu ki.
Tüm söylenenlere kulağını kapatmayı öğrenmişti sonunda. Kendine yaptığı en büyük iyilik de buydu galiba. Olayları daha hızlı çözdüğünü fark etti, dışa kulağını kapayınca. Yenilmezliğe ulaştığını anlaması an meselesiydi.
Yenilmezliğe ulaşmıştı ulaşmasına ama kendisi bunu anlamadan o çıktı karşısına. Bu zamana kadar aradığı her şey ondaydı. Sanki dünyadaki tüm güzellikleri ona vermişlerdi. Gerçi hiç bir güzelliğe gerek duymuyordu. Karşısındaki kendini anlasa yeterdi. İşte sonunda kendini anlayacak insanı bulmuştu. Tüm vücuduyla bunu hissediyordu.
Onu bulmanın heyecanını henüz yenebilmişti ki korku merkezi devreye girdi. Ya o kendisi gibi düşünmüyorsa, ya sadece kendisine acıyorsa. Bunlar birer ihtimaldi ve geçmişe baktığında güçlü ihtimallerdi. Neyse ki hayat çok iyi öğretmişti ona; kötü ihtimallerin canı cehenneme, kötülük kesin değilse, en ufak iyiliğin, her ufak olumlu ihtimalin peşinden gitmek gerek. Bu öğretiye sırtını dayadı ve mutlu olabilme ihtimalinin peşine düştü. Hiç olmazsa huzura ulaşamaz mıydı?
Bu ülkede yaşamanın zor olmasının en önemli sebebi el alem ne der korkusu... Bu korku yüzünden kimseler kendi olmayı başaramıyor. Ama kime sorsanız herkes kendisi, kimse kimsenin söylediğine kulak asacak değil. Moda diye bir kavram varken kimse beni buna inandıramaz. Ya da sarımsak,soğan yemekten korkan, tuvaletteki sesi duyulmasın diye girer girmez sifona sarılan insanlar var olduğu sürece...
O da korkuyordu bu toplum baskısından doğal olarak. Güçlü olmaya karar vermesi bile bu korkuyu duymasını engellemiyordu. Her gün, her saat, her dakika, her an... kendisine hatırlatıyordu, "Kim ne derse desin, duygularıma, düşüncelerime gem vuramam."
İstese yapabilir miydi? İnsan sevdiğine dokunmadan, ona sevdiğini belli etmeden durmaya nasıl tahammül edebilirdi? Tersini düşünmek daha kolay. Nefret ettiğiniz birine ne kadar süre nazik davranabilirsin ki? Bu yola girerken her şey göze almıştı fakat toplum baskısından hala korkuyordu. İnsanlar bu baskıdan korkup insan öldürebiliyor benimki gayet normal diye avutuyordu kendisini. Ömrü boyunca beklediğine ulaşmanın bedeli buysa seve seve razıydı.
Bunları düşünürken güldü kendisine. Sanki kabul edilmişti de tek sorun toplum baskısıydı... Hele bir kabul etsin de birlikte el ele toplumu bile yenebilirlerdi. Ama ya kabul etmezse? Hayır hayır! O güçlü bir kadın olmaya karar vermişti, olumsuz düşüncelerle amacından sapamazdı. Bu soru işaretlerini götürmenin tek yolu vardı. Açılmak...
Nasıl açılabilirdi? Hazırlık yapmalıydı. Hazır olmazsa açıldığı bu denizde boğulması muhtemeldi. Düşünürken kaç gece uyuyakaldı o da bilmiyordu. Zaman-mekan bilinci gün geçtikçe kayboluyordu. Zaman zaman kendi içinde ben nerdeyim, ne arıyorum burada diyordu. Akabinde bir bilet alıp bir yerlere gitme isteği peydah oluyordu. Sonra bunun içindeki zayıf kadının işi olduğunu fark edip gitme fikrinden vazgeçiyordu. Bir doktora gitse belki her şey daha farklı olabilirdi. İlaç kullanmaya karşı olması ve kullanması gereken ilaçların içindeki güçlü kadına zarar vereceğini bilmesi ellerini ayaklarını bağlıyordu. Onu korumalıydı, çünkü bu dünyadaki tek dayanağı o kalmıştı. Sonuçta henüz sevdiğinden ne yanıt alacağını bile bilmiyordu. Kurtulmanın tek yolu onunla konuşmakta saklıydı. Hayat yine acımasızdı, lanet bir paradoksun içine düşmüştü. Konuşması için iyi olması, iyi olması için konuşması gerekiyordu. Kimseden yardım da alamazdı. Tek başınayken yadırganmayı kaldıracak gücü kendinde görmüyordu.
Bir süre bu düşüncelerden kaçmak için hobiler edinmeye karar verdi. Boşluğa düşen insanların ilk denediği yöntem değil miydi hobi edinmek... İlk pasta yapmayı denedi. Öyle kek,kurabiye de değil üstelik. Şeker hamuruyla kısa sürede harikalar yarattı. Sonra bir baktı ki yaptığı pastalarda hep o var... Belki de bu sebeple bu kadar başarılı olduğunu düşündü. Çikolatalı sevmez meyveli yapayım, o olsa bu kadar yumurta koymazdı... Sonra anladı ki bir kadının bir insanı unutmak için pasta yapması pek işe yaramıyor.
Dans, dans etmeliydi! Sonuçta o dansı sevmezdi. Hem belki karşı cinse bu kadar yakın olursa bir elektrik alabilirdi. Nasıl bilebilirdi ki bu da hüsranla sonuçlanacak. Daha da tiksindi erkeklerden. Erkeklerin hobi seçerken bile tek şey düşündüğüne karar verdi. Genellemeler yüzünden hayatın bir kısmını kaçırdığını anlar mı? Bilinmez. Ama umutsuzluğa düşeceği, kararsız günlerin yakın olduğu kesindi. Ne unutabiliyor ne de gidip derdini anlatabiliyor, bu ikilemden kurtulmazsa delirecekti, çok iyi biliyordu. Şimdi bir karar vermeliydi deliliği öven yazarların, şairlerin gerçekliğini test etmek, gidip her şeyi bir bir konuşmak... İkisinin de ucunda ölüm yoktu ya! Uyanınca kesin kararını verecekti Tabi uyuyabilirse...
Uykusuz bir gece daha geçirecek gücü kalmamıştı. Artık konuşması gerekiyordu. Tam bu kararsızlığı yaşarken telefonu çaldı. O arıyordu. Çok önemli bir haber için kahve içmeye çağırıyordu. Sesinde duyduğu mutluluk ürpertti. Bu ürperti, aman tanrım sevdiğinin mutluluğunu mu kıskanıyordu! Kendinden çok utandı. Hemen giyindi. Çok süse merakı yoktu zaten, hazırlanması da uzun sürmedi. Bir an önce onu görmek için yaptığı heyecanın da etkisi vardı tabi bu hızda. Kafasında bitirmişti, kesinlikle bu sefer konuşacaktı. Hatta onun konuşmasını beklemeden, anlatacaklarını dinlemeden konuşacaktı.
Evden aceleyle çıktı. Bu esnada anahtarını evde unuttuğunu kapıyı kapadığı o kısa anda fark etti. Şu anda bunu düşünemezdi. Apar topar taksiye bindi ve sahildeki kafede buldu kendisini. Yürüyerek gelse de yetişirdi, yakındı evine. Zira buluşma saatinden yarım saat erken gelmişti. Bir masa seçti denizi cepheden gören. Yarım saat de o geç kalmıştı... Kendisini saymazsa hangi kadın buluşmaya vaktinde giderdi ki zaten? Bekletmesi olağandı. Olağan olmayan ilk önce fark etmediği bir nüans. Tanımadığı bir arabadan indi çünkü. Kocaman bir gülümsemeyle oturdu masaya. Dünyadan bağı kesilmişti, hiç bir şey duymuyordu. Karşısında konuşan sevdiğinin sadece ağzının oynadığını fark edebiliyordu. Onu da çok görmüyordu çünkü parmağındaki yüzüğe dalmıştı. Birden gözleri doldu. Bir iki damla gözyaşı aktı silahın namlusundan patlar gibi... "Noldu" diye sordu. "Mutluluktan" diyebildi. Kahretsin ki mutluluk ve acı göz yaşlarının tadı bile farklıydı! O da biliyordu bu farkı. Ne yazıktır ki kendisini kıskandığını düşündü... Seviliyor olduğunu nereden bilecekti ki. Hal bu ki ne masaya otururken göze sokulan yüzük ne de evlilik fikri kıskanılasıydı. Tamam kıskanıyordu, bu bir gerçek ama sevdiği kadının eline bir başkası dokunacak, o güzel gözlere bir başkası bakacak diyeydi bu kıskançlık.
Karşısındakinin yanlış anlamasından doğan kibirli bakışlardan sıyrıldı sildi gözlerini. Daha fazla bu bakışların kendisini yaralamasına izin vermeden tebrik ederek kalktı masadan. Artık hiç kimse yoktu bir başına yürüyordu şehirde...
Minik kızımız büyüyecekti. Belki erkek doğmadığı için sevgi ile olmayacaktı bu büyüme ama büyüyecekti. Sevgiden yoksun büyüdüğü yetmiyormuş gibi acımasız sokaklarla tanışacaktı. Belki de tek istediği oyun oynamak olacaktı... Sokaklar ailesinden bulamadığı sevgiyi kendisinde arayacağını bilirmişçesine zalim olacaktı küçük kıza.
Ağzı pis kokan, ben bu adamı hak etmiyorum diyen bedenin salgıladığı yağlarla kaplı, kokusu iki sokak öteden duyulan, insana etrafta kim ölmüş diye baktıran bir koku, pis, lanet, aşağılık... ajanlarını yollamazdı umarım sokak. O daha minik bir kız çocuğuydu , büyüyecekti...
Yaşlanacak mı büyüyecek mi zaman gösterecekti belki. Zira bunlar farklı kavramlardı. Büyümek için ya hayatın adaletsizliği ile tanışmak ya da çok iyi bir gözlem yeteneğine sahip kalbe sahip olmak gerekirdi. Ya yaşayanlar ya da vicdanıyla görenler büyürdü kısacası. Yaşlanmak ise biyolojik bir zorunluluktan ibaretti sadece.
İnsan içindeki çocuğu yaşatmalı, hep çocuk kalamıyorsa bile. Aksi takdirde mutlu olmak pek mümkün olmuyor. O da herkes gibi sağlık ve para konusunda dualar alacaktı belki de kim bilir? Ama kesin olan kimse onun içindeki çocuğu kaybetmemiş insanlarla karşılaşmasını dilemeyecekti.
Öncesinde kaçırılıp göz yaşını paraya çevirmesi konusunda yetiştirilmezse, ailesinin yanında büyüyecekti. Hissettiği sevgisizliği somut olarak görmeye başladığında nefret edecekti belki de onlardan. İnsanları tanıdıkça sorunun ailesinde değil de insan olmakta olduğunu görecekti belki. Sonra? Tüm insanlardan nefret edecekti.
Bir nokta gelecek ve okula başlayacaktı. Tabi başlayabilirse. Okumaya layık görülürse... Sonuçta doğuştan suçlu gelmişti bu dünyaya. Okursa çok mu şanslı olacaktı sanki? Bilinmez bir kuyu adeta. Hiç bir şeyden nefret etmese sistemden nefret edecekti. Bu nefret de bir sistem olmadığını öğrenmesiyle biterdi belki de. Kimse bilmez... Sapık ruhlu bir öğretmene denk gelip ondan da nefret edebilirdi. Sahi sapık ruhlu öğretmenlerin oranı ne çok arttı... Olmayan sistemin, bir sonucu oluyor elbet. Kutsal işler mesleklikten ihraç edilmeli!..
Orta okula gelmeyi başarırsa kadın olduğunu öğrenecekti. Sancıyı beklemeyi öğrenecekti. Ailesi de öğrendiğinde başına iş açmış olmasa bari.Her kızın hayali olan gelinlik kefen olarak kullanılabilirdi sonuçta. Lanetlenmiş gibi her gün, her gece ölüp ölüp dirilmez miydi? "Zamansız ilaç bile zehirdir" diyebilecek bir büyüğü çıkar belki de.
Liseye gelebilirse, bunu başarırsa, en yakın erkek arkadaşlarının bile değiştiğini görmeye başlayacaktı. Bir virüs vardı belki de sadece erkekleri etkileyen. Bu saçma davranışların emrini ne beyin ne kalp veriyor olabilirdi. Kesin o virüsün işiydi bunlar. Kadın olmanın zorluğunu her geçen gün daha iyi anlayacaktı. Biraz gözü açıksa bu zorlukları avantaja çevirmeyi de öğrenebilirdi tabi. Bu kısa süreli avantajların dezavantaj olacağı bilinmiyor ki bu yaşta... En kötüsü ise hiç bir şey bilmezken her şeyi biliyormuş hissi... Bu yaşlarda pek yaygın bir hastalık olsa gerek...
Her şeyden habersiz olmanın verdiği avantajla yıllar daha hızlı geçiyor genç yaşlarda. Öğrenmek bazen acı verici bir süreç olabiliyor. Bir kadın için hayatın her aşaması gibi öğrenme aşaması da daha acılı ve yorucu geçiyor. Kadın olmak zor... Kadın olarak yaşamaktan daha zor kadın olmak.
Peki ya bu kadar acıya, ızdıraba, sindirmeye rağmen hala kadın benliği nasıl var olabiliyor? İçindeki kız çocuğunu öldürdüğümüz kadınlar var iyi ki. Onların mücadelesi olmasa annelik, anne sevgisi bile kaybolurdu. Kadınların her biri birer geyşa olurdu. O da bu kadınlardan birisi olmuştu.
İçinde hala merhamete dair bir şeyler olsa da güçlü olmanın gereklerinden sayıldığı için bunu göstermesi kesinlikle yasaktı. Kim mi yasakladı? O da bilmiyordu. Tek bildiği bu yasağı çiğnerse güçsüz düşeceğiydi. Hayır hayır güce tapmıyordu sadece bir kadının daha içindeki kız çocuğu ölmemesi için bu güce ihtiyacı vardı. Kendisine yardım ettiğinden habersiz olan kadınlar bile ona güçlü kadın demek yerine kötü kadın diyordu. Oysa ki... Aynadaki deseydi bunu neyse, onun kendisinden başkasına bir kötülüğü değmiyordu ki.
Tüm söylenenlere kulağını kapatmayı öğrenmişti sonunda. Kendine yaptığı en büyük iyilik de buydu galiba. Olayları daha hızlı çözdüğünü fark etti, dışa kulağını kapayınca. Yenilmezliğe ulaştığını anlaması an meselesiydi.
Yenilmezliğe ulaşmıştı ulaşmasına ama kendisi bunu anlamadan o çıktı karşısına. Bu zamana kadar aradığı her şey ondaydı. Sanki dünyadaki tüm güzellikleri ona vermişlerdi. Gerçi hiç bir güzelliğe gerek duymuyordu. Karşısındaki kendini anlasa yeterdi. İşte sonunda kendini anlayacak insanı bulmuştu. Tüm vücuduyla bunu hissediyordu.
Onu bulmanın heyecanını henüz yenebilmişti ki korku merkezi devreye girdi. Ya o kendisi gibi düşünmüyorsa, ya sadece kendisine acıyorsa. Bunlar birer ihtimaldi ve geçmişe baktığında güçlü ihtimallerdi. Neyse ki hayat çok iyi öğretmişti ona; kötü ihtimallerin canı cehenneme, kötülük kesin değilse, en ufak iyiliğin, her ufak olumlu ihtimalin peşinden gitmek gerek. Bu öğretiye sırtını dayadı ve mutlu olabilme ihtimalinin peşine düştü. Hiç olmazsa huzura ulaşamaz mıydı?
Bu ülkede yaşamanın zor olmasının en önemli sebebi el alem ne der korkusu... Bu korku yüzünden kimseler kendi olmayı başaramıyor. Ama kime sorsanız herkes kendisi, kimse kimsenin söylediğine kulak asacak değil. Moda diye bir kavram varken kimse beni buna inandıramaz. Ya da sarımsak,soğan yemekten korkan, tuvaletteki sesi duyulmasın diye girer girmez sifona sarılan insanlar var olduğu sürece...
O da korkuyordu bu toplum baskısından doğal olarak. Güçlü olmaya karar vermesi bile bu korkuyu duymasını engellemiyordu. Her gün, her saat, her dakika, her an... kendisine hatırlatıyordu, "Kim ne derse desin, duygularıma, düşüncelerime gem vuramam."
İstese yapabilir miydi? İnsan sevdiğine dokunmadan, ona sevdiğini belli etmeden durmaya nasıl tahammül edebilirdi? Tersini düşünmek daha kolay. Nefret ettiğiniz birine ne kadar süre nazik davranabilirsin ki? Bu yola girerken her şey göze almıştı fakat toplum baskısından hala korkuyordu. İnsanlar bu baskıdan korkup insan öldürebiliyor benimki gayet normal diye avutuyordu kendisini. Ömrü boyunca beklediğine ulaşmanın bedeli buysa seve seve razıydı.
Bunları düşünürken güldü kendisine. Sanki kabul edilmişti de tek sorun toplum baskısıydı... Hele bir kabul etsin de birlikte el ele toplumu bile yenebilirlerdi. Ama ya kabul etmezse? Hayır hayır! O güçlü bir kadın olmaya karar vermişti, olumsuz düşüncelerle amacından sapamazdı. Bu soru işaretlerini götürmenin tek yolu vardı. Açılmak...
Nasıl açılabilirdi? Hazırlık yapmalıydı. Hazır olmazsa açıldığı bu denizde boğulması muhtemeldi. Düşünürken kaç gece uyuyakaldı o da bilmiyordu. Zaman-mekan bilinci gün geçtikçe kayboluyordu. Zaman zaman kendi içinde ben nerdeyim, ne arıyorum burada diyordu. Akabinde bir bilet alıp bir yerlere gitme isteği peydah oluyordu. Sonra bunun içindeki zayıf kadının işi olduğunu fark edip gitme fikrinden vazgeçiyordu. Bir doktora gitse belki her şey daha farklı olabilirdi. İlaç kullanmaya karşı olması ve kullanması gereken ilaçların içindeki güçlü kadına zarar vereceğini bilmesi ellerini ayaklarını bağlıyordu. Onu korumalıydı, çünkü bu dünyadaki tek dayanağı o kalmıştı. Sonuçta henüz sevdiğinden ne yanıt alacağını bile bilmiyordu. Kurtulmanın tek yolu onunla konuşmakta saklıydı. Hayat yine acımasızdı, lanet bir paradoksun içine düşmüştü. Konuşması için iyi olması, iyi olması için konuşması gerekiyordu. Kimseden yardım da alamazdı. Tek başınayken yadırganmayı kaldıracak gücü kendinde görmüyordu.
Bir süre bu düşüncelerden kaçmak için hobiler edinmeye karar verdi. Boşluğa düşen insanların ilk denediği yöntem değil miydi hobi edinmek... İlk pasta yapmayı denedi. Öyle kek,kurabiye de değil üstelik. Şeker hamuruyla kısa sürede harikalar yarattı. Sonra bir baktı ki yaptığı pastalarda hep o var... Belki de bu sebeple bu kadar başarılı olduğunu düşündü. Çikolatalı sevmez meyveli yapayım, o olsa bu kadar yumurta koymazdı... Sonra anladı ki bir kadının bir insanı unutmak için pasta yapması pek işe yaramıyor.
Dans, dans etmeliydi! Sonuçta o dansı sevmezdi. Hem belki karşı cinse bu kadar yakın olursa bir elektrik alabilirdi. Nasıl bilebilirdi ki bu da hüsranla sonuçlanacak. Daha da tiksindi erkeklerden. Erkeklerin hobi seçerken bile tek şey düşündüğüne karar verdi. Genellemeler yüzünden hayatın bir kısmını kaçırdığını anlar mı? Bilinmez. Ama umutsuzluğa düşeceği, kararsız günlerin yakın olduğu kesindi. Ne unutabiliyor ne de gidip derdini anlatabiliyor, bu ikilemden kurtulmazsa delirecekti, çok iyi biliyordu. Şimdi bir karar vermeliydi deliliği öven yazarların, şairlerin gerçekliğini test etmek, gidip her şeyi bir bir konuşmak... İkisinin de ucunda ölüm yoktu ya! Uyanınca kesin kararını verecekti Tabi uyuyabilirse...
Uykusuz bir gece daha geçirecek gücü kalmamıştı. Artık konuşması gerekiyordu. Tam bu kararsızlığı yaşarken telefonu çaldı. O arıyordu. Çok önemli bir haber için kahve içmeye çağırıyordu. Sesinde duyduğu mutluluk ürpertti. Bu ürperti, aman tanrım sevdiğinin mutluluğunu mu kıskanıyordu! Kendinden çok utandı. Hemen giyindi. Çok süse merakı yoktu zaten, hazırlanması da uzun sürmedi. Bir an önce onu görmek için yaptığı heyecanın da etkisi vardı tabi bu hızda. Kafasında bitirmişti, kesinlikle bu sefer konuşacaktı. Hatta onun konuşmasını beklemeden, anlatacaklarını dinlemeden konuşacaktı.
Evden aceleyle çıktı. Bu esnada anahtarını evde unuttuğunu kapıyı kapadığı o kısa anda fark etti. Şu anda bunu düşünemezdi. Apar topar taksiye bindi ve sahildeki kafede buldu kendisini. Yürüyerek gelse de yetişirdi, yakındı evine. Zira buluşma saatinden yarım saat erken gelmişti. Bir masa seçti denizi cepheden gören. Yarım saat de o geç kalmıştı... Kendisini saymazsa hangi kadın buluşmaya vaktinde giderdi ki zaten? Bekletmesi olağandı. Olağan olmayan ilk önce fark etmediği bir nüans. Tanımadığı bir arabadan indi çünkü. Kocaman bir gülümsemeyle oturdu masaya. Dünyadan bağı kesilmişti, hiç bir şey duymuyordu. Karşısında konuşan sevdiğinin sadece ağzının oynadığını fark edebiliyordu. Onu da çok görmüyordu çünkü parmağındaki yüzüğe dalmıştı. Birden gözleri doldu. Bir iki damla gözyaşı aktı silahın namlusundan patlar gibi... "Noldu" diye sordu. "Mutluluktan" diyebildi. Kahretsin ki mutluluk ve acı göz yaşlarının tadı bile farklıydı! O da biliyordu bu farkı. Ne yazıktır ki kendisini kıskandığını düşündü... Seviliyor olduğunu nereden bilecekti ki. Hal bu ki ne masaya otururken göze sokulan yüzük ne de evlilik fikri kıskanılasıydı. Tamam kıskanıyordu, bu bir gerçek ama sevdiği kadının eline bir başkası dokunacak, o güzel gözlere bir başkası bakacak diyeydi bu kıskançlık.
Karşısındakinin yanlış anlamasından doğan kibirli bakışlardan sıyrıldı sildi gözlerini. Daha fazla bu bakışların kendisini yaralamasına izin vermeden tebrik ederek kalktı masadan. Artık hiç kimse yoktu bir başına yürüyordu şehirde...